| Komisyon Adı | : | ADALET KOMİSYONU |
| Konu | : | Afyonkarahisar Milletvekili İbrahim Yurdunuseven ve Tokat Milletvekili Mustafa Arslan ile 119 Milletvekilinin; İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/4997) |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 6 |
| Tarih | : | 15 .03.2023 |
ZÜLEYHA GÜLÜM (İstanbul) - Öncelikle ben de depremde hayatını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı diliyorum, sabır diliyorum. Geçmiş olsun diyemiyorum çünkü geçmiyor. Kırk gün boyunca deprem bölgesindeydim, hiçbir şeyin geçmediğini kendi gözlerimle gördüm, onlara sarıldığımda gördüm; acılar hâlen çok büyük, öyle kolay atlatılacak acılardan bahsetmiyoruz. İnsanların yakınlarının yardım çığlıklarıyla hayatını kaybettiği bir süreç yaşandı; gerçekten yardım gitseydi, arama kurtarma gitseydi o insanların birçoğu hayatta olacaktı ama devlet ortada olmadığı için hayatlarını kaybetti insanlar, birçoğu devlet olmadığı için engelli hâle geldi ve şu an insanların ağır yaşama koşulları içerisinde oradan buradan yardım bulunmaya çalışarak yaşadığı bir durumla karşı karşıyayız. Yetmedi, sel baskını oldu bugün, selle karşı karşıya kaldılar. Birçok çadırı dolaşarak ve birçok dayanışma noktasını dolaşarak bulabildikleri bazı yardım malzemeleri de selde bugün ıslandı, yatakları kullanılamaz hâle geldi, evde bulabildikleri çadır içindeki eşyaları kullanılamaz hâle geldi ve tekrar seslendiler: "Devlet nerede?" dediler, "Enkaz kaldırmada, depremde yoktu, selde de yok." dediler. Umarım ki bunu diyenlere gidip gözaltı işlemi yapmazsınız, soruşturma açmazsınız çünkü bu dönemde yardımları engellemekten, insanları tehdit etmekten, "Not ediyoruz." cümleleri kullanmaktan, yardım organizasyonu yapan muhalefete yönelik gözaltı operasyonlarından öteye gitmeyen bir devletle ve iktidarla karşı karşıya kaldı insanlar.
Bugün deprem bölgesinde çok ciddi sorunlar var, bugün burada bazı güya çözülmüş gibi sunulan bir şeyler tartışılıyor ama depremde çok ciddi hukuki sonuçlar üretecek durumlar var ve bunlardan kimse bahsetmiyor. İnsanların cenazeleri enkaz altından çıkarılmadı, kepçelerle dalındı, kepçeler insanların cesetlerini parçaladı; bir kayıtları yok o insanların, bir mezarları yok o insanların. Peki, geçtim bunun acısını, bunun getireceği hukuki sonuçlar nasıl çözülecek? Kimin öldüğü, kimin yaşadığının belli olmadığı bir deprem bölgelerinden bahsediyoruz; kayıpların olduğu deprem bölgelerinden bahsediyoruz; hastaneye giden, sonrası bilinmeyen insanların olduğu bir yerden bahsediyoruz. Peki, bir hukuki düzenleme düşündünüz mü hiç? Ne olacak? Var olan yasalarla nasıl çözülecek buradaki durumlar? Mesela, mülkiyet meselesindeki sorunlar nasıl çözülecek? Ölmüş insanların ölüm kaydı yok. Peki, mirasçıları nasıl gidip diyecek ki "Burası benim evim, burada bana yer verin." Bu sorunlar nasıl çözülecek? Medeni hukuk anlamında nasıl bir problem alanı oluşturuyor buralar? Bütün bunlara dair bir sözünüz var mı? Yok. Birkaç küçük düzenleme gibi, her zamanki gibi günü kurtarmaya yönelik, sanki bir yargı reformu varmış gibi görüntü çizmeye yönelik bir yasal düzenleme getirmişsiniz; aslında bir şeyi çözmeyen, sadece orasından burasından yama yapan bir meseleyle önümüzde duruyorsunuz.
Binlerce engelli vatandaş oluştu, yeni engelliler var. Bu engellilerin yaşamlarını nasıl sürdüreceğini düşünüyorsunuz? Çalışmaları mümkün değil, kendi hayatlarını tek başına sürdürmeleri mümkün değil. Peki, buna çözüm öneriniz var mı? O da yok. İnsanlar işlerinden oldu, dükkânlarını kaybettiler, çalıştıkları yerler yıkıldı. Peki, aylık geçimlerini nasıl sağlayacaklar? Buna bir çözümünüz var mı? Bu da yok. Düzenli bir aylık bağlama gibi bir yasal düzenleme getirdiniz mi önümüze? Engellilere ya da sosyal yardımların yaygınlaştırılması gibi ya da her depremzede vatandaşa yönelik aylık düzenli geçinebilecek, insanca yaşayabilecek gelir bağlamaya dair bir düzenleme var mı önümüzde? Yok. Peki, insanlar gittikleri şehirlerde kiraları nasıl ödeyecek? Buna dair bir düzenlemeniz var mı? Gittiler, geçici olarak otellerde kaldılar, yazlık evlere yerleştirildiler; üstelik bir de öğrencilerin kaldığı yurtlara yerleştirdiniz. Nedense ilk göz diktiğiniz yer öğrenci yurtları oluyor. Zira siz zaten eğitimden falan hoşlanmadığınız için hemen oraya yerleştirdiniz, bir sürü kamu kurumu varken, yandaş sermaye gruplarınızın bir sürü yerleri varken öğrencilerin yurtlarına göz diktiniz, oralara yerleştirdiniz. Şimdi oteller ve yazlığa yerleştirilen kişiler yerlerinden çıkarılıyor. Bu insanlar nereye gidecek? Bir kirayı verme şansları var mı? Kiralık bir ev tutma şansları var mı? Peki, buna dair bir çözümünüz var mı? Bir kira yardımı -gerçek anlamda bir kira yardımı, üç kuruş bir yardımdan bahsetmiyorum- bir çözümünüz var mı? yok.
Kadınlar çok ciddi bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya. Evlerinde sağlanamayan güvenlik meselesi o çadırlarda hiç sağlanamıyor. Tacizinden cinsel saldırısına kadar çoklu bir tehdit altında kadınlar, güvenli barınma olanakları yok kadınların, çocukların da yok. Peki, buna dair, kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık ilkeleri gereği bir düşünceniz var mı, bir çalışmanız var mı, bir düzenlemeniz var mı? 6284 sayılı Yasa zaten etkin uygulanmıyordu da peki, deprem bölgesinde kadınlar için 6284'ün etkin uygulanmasını sağlayacak birimler kurmayı düşünüyor musunuz? Adliyelerin yıkıldığı, teşkilatların çoğunun olmadığı bir yerde kadınlar tacize, saldırıya uğradığında nereye başvuracaklar, nasıl destek alacaklar? Buna dair bir öngörünüz var mı?
Çocuklar... Birçok çocuk annesiz, babasız, yakınsız kaldı; bir aileden 20 kişinin, 30 kişinin öldüğü aileler var. Mesela, burada geriye kalan çocuklar ne yapacaklar? Güvenlikleri nasıl sağlanacak? Tarikatlara, cemaatlere göndererek mi sağlıyorsunuz siz bu güvenliği? Bu çocuklar nasıl bir güvenli ortamda yaşayacaklar? Bunların ihtiyaçlarını kimler karşılayacak, nasıl karşılanacak? Buna dair bir çözümünüz var mı? Bu çocukların psikolojik desteğini, yeniden hayata dönmelerini, o acılarını unutmalarını sağlayacak bir mekanizmanız var mı? Yok ama siz yine büyük Türkiye'den bahsedin, büyük iktidardan bahsedin, dünyayla yarışan iktidardan bahsedin; kendi vatandaşına selde, depremde yardım götüremeyen bir devlet, bir iktidar var ama bunu ikrar etmekten kaçınıp hâlen büyüklükten bahsediyorsunuz.
Deprem bölgesinde şimdi insanlar bizden ne istiyor, biliyor musunuz? Ben kırk gündür oradayım; ya, bir leğen için mücadele ediyor, bir yerden bir leğen bulmaya çalışıyor, bir temizlik malzemesi bulmaya çalışıyor, bir şampuan bulmaya çalışıyor, bir çadır bulmaya çalışıyor. Dağıtılan çadırların çoğunun da suya dayanıklılığı falan yok. İşte, bir yağmurda hepsini sel aldı gitti. Peki, nasıl yaşayacak bu insanlar orada gerçekten? Bu ihtiyaçları nasıl karşılayacak? İktidar çözümü bulmuş, derneklere, halka diyor ki: "Yardım gönderin." Hani siz büyük devlettiniz, hani siz büyük iktidardınız, dünyayla yarışıyordunuz. Niye halkınızdan istiyorsunuz, niye derneklerden istiyorsunuz? Devletin bunu karşılayacak parası yok mu? Var olduğunu hepimiz biliyoruz, sadece önceliği kime verdiğiniz sorusu var: "Sermayeye mi veriyorsunuz? Yandaşlarınıza mı veriyorsunuz? Halka mı veriyorsunuz?" sorusuna cevap bulan bir şey. Evet, bu ülkenin kaynakları var, deprem bölgesini topyekûn ayağa kaldıracak kaynakları da var, bu halka gereksinimi olan her şeyi verecek kaynakları da var ama siz tercihi sermayeden yana yaptığınız için vermiyorsunuz. Bugüne kadar da oradan yana yaptığınız için zaten bu depremin sonuçları böyle oldu. Bu asrın felaketi falan değil. Evet, deprem doğal ama depremi felaket hâline getiren şey tam da sizin sisteminiz, sizin özelleştirmeci, paraya dayalı kapitalist sisteminizin sonucu. Bunun için öldü insanlar ya, başka bir şey için ölmedi, bunun için bugün insanlar o çadırlarda yaşam mücadelesi veriyor, tercihinizi oradan yana yaptığınız için oldu bütün bunlar ve şimdi bunlara dair hiçbir şey söylemiyorsunuz. İnsanlar nasıl geçinecek? Ben gerçekten merak ediyorum yani ne yapsın o insanlar, ne öneriyorsunuz? Mesela, sizin Bakanlarınız "Çeşme sularını içmeyin." diyor. Ne içsin? Peki, çözümünüz ne, ne içsin ya? İnsanlar biz oraya gittiğimizde "su" diyor "su" "Suyumuz yok." diyor. İnanılmaz sağlık sorunları başlamış durumda, hijyen sorunları inanılmaz yaşanıyor, insanlar "temizlik" diye bir şey yapamıyor, su yok çünkü, sular temiz değil ama Bakanınız diyor ki: "O suları içmeyin." Ne içsin gerçekten, ne içsin? Öyle söylediğiniz rakamlar falan da değil bu arada o ölüm rakamları, söylediğinizin katbekat fazlası. Enkazın altından cenazeleri çıkardınız mı ki bir rakamdan bahsediyorsunuz, onlar orada duruyor ve koku yayılıyor oralarda. İnsanları düşünebiliyor musunuz, yakınının cenazesi o enkazın altında ve orada olduğunu bile bile oralarda durmak zorunda ya, bu öyle bir acı bir şey ki, savaş alanı gibi ortalık ya, savaş alanı. Ve sizin savaş alanı içerisinde çözüm üretmek gibi değil "Burası savaş alanı, devlet nerede?" diyeni gözaltına almak gibi bir derdiniz var. İnsanlar diyor ki: "Biz çadır kentlerinize gitmek istemiyoruz." Çadır kentleri hiç gördünüz mü bilmiyorum, kefen kentler gibi ya, beyaz beyaz çadırları birbirine bitişik bitişik yapıştırmışsınız, buralara "yaşam alanı" diyorsunuz, insanlar oraya gitmiyor, diyorlar ki: "Biz kefenlerin görüntüsünün olduğu bir yere girmek istemiyoruz. Ben köyümde çadırımı kurmak istiyorum. Ben yaşadığım kentte kurulacak çadır kentlerde kalmak istiyorum, toplama kampı gibi yerlerde değil." Ama siz oraya gitmeye zorlamak için evinin önünde, bahçesinde, oturduğu yerde, köyde çadır kuran insana hiçbir yardım vermiyorsunuz, oraya gitmeyi zorlamak için. Bir kez daha "Ben yaptım, oldu." Niye siz karar veriyorsunuz insanların nerede yaşayacağına, nerede çadır açacağına, nerede konteyner kuracağına? Neden mahalle konteynerleri kurulmuyor? Neden şehir merkezlerinde belli noktalarda toplama kampları gibi olmayan konteynerler kurulmuyor? Yok, illa "Ben yaptım, oldu." Bu tek adam anlayışınız her yerde geçerli, depremde de geçerli, hiçbir çözümünüz yok. Hukukçular, barolar ve Barolar Birliği, avukat arkadaşlarımız oradaki sorunlar için emek harcıyorlar, çözüm üretmeye çalışıyorlar ama siz onlarla birlikte çalışmak yerine onları engelleme derdindesiniz. "Nasıl olur da engelleriz, bizim yapmadığımızı onlar yaptığında bizim durumumuz açığa çıkıyor, bunu engelleyelim." derdinde olduğunuz için onu bile engelliyorsunuz. Yani burada sıralamakla bitiremeyeceğim sorun alanları var deprem bölgesinde ve bunlara dair hiçbir çözüm yok. Hani ben gerçekten bu yasa geldiğinde şaşırdım, "Herhâlde gündemimiz çok farklı, hayatlar başka işliyor, konular farklı. Buraya gelen bu ama deprem bölgesinin derdi bu değil." dedim. İnsanlar binlerce soru soruyor oraya gittiğimizde, "Biz ne yapacağız?" diyorlar. "Yıkılan bu evlerimiz, dükkânlarımız, iş yerlerimiz bize gerçekten verilecek mi? Bize satmaktan bahsediyorlar, yüzde 60'ını, yüzde 40'ını bizim ödeyeceğimizden bahsediyorlar. Biz neyle ödeyeceğiz? Bizim ekmek bulacak paramız kalmamış, biz hangi binanın bedelini ödeyebiliriz?" diyorlar ve siz buralardan oralara bakmadan, oranın gerçekliğini görmeden yasal düzenlemeler yapıyorsunuz.
Şimdi, gerçekten, hani bir sürü paket geldi, geldi ya -evet, ben de bu Komisyonun üyesiyim- ha bire yargı reformu paketleri geldi, geldi, torba kanunlar geldi, neyi çözdü? Gerçekten bu ülkede bir şey değişti mi? Bu ülkede özgürlükler geldi mi? Adalet geldi mi? Demokrasi geldi mi? Kadınlar şiddetten, tacizden korunabildi mi? Çocuklar gerçekten güvenli bir ortamda yaşayabildi mi bu ülkede? İnsanlar gerçekten "Evet, ben bu ülkede güvendeyim." diyebildi mi? Basın özgürlüğü gerçekten bu ülkede var mı? Hak arama özgürlüğü bu ülkede var mı? Adalet bu ülkede var mı, kim adalete güveniyor? Yok. Hangi paketiniz neyi çözdü, hiçbir şeyi çözmedi, bugün de çözmeyecek. Gene getirmişsiniz yamalı bohça gibi, "Oradan buradan düzelteyim..." İşin esasına girmiyorsanız, işin esasına çözüm üretmiyorsanız hiçbir şeyi çözme şansınız yok. Yine, bir torba kanun. Niye torba? Niye sürekli bir o maddeyi değiştiriyorsunuz, buradan bu maddeyi değiştiriyorsunuz? Çünkü siz aslında bu maddelerin muhataplarına sormuyorsunuz ki, oturduğunuz yerlerden yasa yapıyorsunuz ama bununla karşı karşıya kalan aslında çözümü üretmesi gereken yerlere asla danışma gibi bir niyetiniz yok, oralara sormak gibi bir niyetiniz yok. O yüzden böyle önünüze geldiği gibi "Ya, şurayı değiştirdik ama olmadı, şuraya da bir ekleme yapayım, şuradan da bir çıkarma yapayım." diye bir yasal düzenleme süreci getirdiniz, iktidarınız boyunca da bunu yaptınız ve hiçbir şeyi de çözmedi, bugün de çözmeyecek.
Şimdi, biraz bakayım, genel birkaç şeyi söyleyeceğim. Uyuşturucuyu çözmekten bahsediyorsunuz, değil mi? Uyuşturucu meselesi gerçekten bu söylediğiniz denetimlerle falan çözülebilir mi? Ülke uyuşturucu baronlarının cirit attığı bir yer hâline gelmiş, ortalıkta dolaşıyorlar. Bir bakıyoruz ki kazara birisi bizim ülkede yakalanıyor. Türkiye uyuşturucu çeteleri yetmemiş, dünyadakiler geliyor bizim ülkemize. Bu ne rahatlık, niye buraya geliyorlar, burada nasıl bir hukuk tanımazlık var ki bu insanlar bu kadar kolay bu ülkede ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar? Dünya kriterlerine göre Türkiye artık bir uyuşturucu aracı, geçiş noktası olmaktan çıkmış, uyuşturucu merkezi hâline gelmiş; siz işte, uyuşturucu kullanana bilmem ne tedavisinden bahsediyorsunuz. İktidar içinde olan bazı bakanların çete, mafya liderleriyle fotoğrafları çıkıyor, uyuşturucuyla mücadeleden bahsediyorsunuz. Uyuşturucuda yargıya bir bakın, hiç görülmüş şey mi acaba, en alttaki, uyuşturucu kullananın, bir de üstteki, ona satanın dışında yukarıya doğru gözaltına alınan, tutuklanan ya da gerçek bir cezayla karşı karşıya kalan kim var? Yok. Hep nedense o iş aşağıda kalır; bir kullanan, bir üstteki satan, onun dışına ulaşamaz. Şimdi, siz bununla mı mücadele edeceksiniz? İnanılmaz bir yoksulluk var, inanılmaz bir işsizlik var, inanılmaz bir geleceksizlik var, kimse kendini güvende hissetmiyor ve bu uyuşturucu mafya çeteleri tam da bu zeminden güç alarak özellikle gençliği bu zeminin içine çekiyor, siz buna dair çözüm üretmeyeceksiniz ama diyeceksiniz ki: "Ya, işte, kullananı bir süre daha tedavi edeyim, uzatayım süreyi." Peki, siz kullanımın önüne geçemezseniz, satışın önüne geçmeyecekseniz denetimle nasıl çözeceksiniz meseleyi, niyetiniz gerçekten çözmek mi? Okulların önlerine kadar uyuşturucunun satıldığı bir ülkede yaşıyoruz, nasıl çözeceksiniz? İlkokul çocuklarına kadar uyuşturucu kullanımının düştüğü bir ülkede yaşıyoruz, nasıl çözeceksiniz? Gerçekten derdiniz çözmek mi, yoksa görüntü yaratmak mı? Bunu da hepimiz biliyoruz.
Şimdi, diğer bir mesele... Şimdi, bir hasta mahpuslar meselemiz var biliyorsunuz; şimdi, gelmiş gelmiş, yine, bu hasta mahpuslar çokça tartışıldı, "Çözüm üreteceğiz." dediniz, genelgeler gönderdiniz... Kamuoyunun baskısıyla yaptınız, bunu da biliyoruz çünkü kamuoyunda bu konuda çok fazla tepki var çünkü insanlar cezaevlerinde öldürülüyor, "ölüyor" demiyorum, öldürülüyor. Bir hasta mahpusun siz tedavisini sağlamıyorsanız, dışarıda tedavisini yapmıyorsanız bu öldürmektir, bunun adı katletmektir; başka bir adı yoktur. Şimdi, bu mesele uzun zamandır sorun alanıydı, bu konuda dediniz ki: "Genelgeyle çözeceğiz." O genelge neyi çözdü, gerçekten merak ediyorum, neyi çözdü? Kaç tane hasta mahpus gerçekten tahliye oldu da tedavisi yapılabildi? Ya da onu geçtim, cezaevinde tedavisi yapılabildi mi? Hiç bir şey yok, yok. Cumhurbaşkanı afları geldi, kimi tahliye ettiniz? İşinize gelenleri, işinize gelen birkaç ismi, ortaklık kurmak istediğiniz birkaç ismi, geçmişte düşman olduğunuz ama şimdi ortaklığı yeniden kurmak istediğiniz birkaç ismi. İnsanlar ölüyor ama sizin umurunuzda değil. Ne getirmişsiniz? İşte, cezaevinde kadın hükümlülerden çocuğu engelliyse, hastaysa onun tahliyesini. Onu bile tam getirmemişsiniz ya, o bile değil. Niye mesela on yılın altında olması gerekiyor? On yılın üstündeki bir ebeveynin çocuğu engelli ya da ağır hastaysa o niye çıkma hakkına sahip değil? Bu ayrımı neye göre yapıyorsunuz, onun çocuğu diğerinden daha mı kıymetsiz? Veya ne demek -yine, her zaman koyduğunuz madde- "toplum güvenliği açısından tehlike oluşturacak" demek? Bu maddeyi biz çok yakından biliyoruz, nasıl bir keyfî muameleye dönüştüğünü cezaevleri pratiğinden biliyoruz. Hemen oraya bir yazılıyor "Toplum güvenliği açısından risk oluşturacak." diye, insanların tahliyelerinin önü kesiliyor. Bu sanki yeni gördüğünüz bir şey mi? Siz bir şey yaparken bile onun engelini oluşturacak maddeleri buraya koymuşsunuz ya. Biz biliyoruz, özellikle siyasi nedenlerle bugün cezaevlerine attığınız muhalifler açısından yine diyeceksiniz ki: "Toplum güvenliği açısından sakıncalı, bırakamıyoruz." Ve yine bir ciddi ayrımcılıkla karşı karşıya kalacaklar siyasi mahpuslar.
Yine, diğer bir mesele, erkek egemen anlayışınız burada da devreye girmiş; çocuklara bakmakla yükümlü olanlar neden sadece kadınlar oluyor, erkekler niye çocuklarına bakmıyor? Niye bir ayrımcı düzenleme getiriyorsunuz, niye kadınlara yüklüyorsunuz sürekli bu meseleyi? Erkeğe de bu maddenin getirilmesi gerekiyordu, "ebeveyn" denilmesi gerekiyordu. Erkek veya kadın değil, her ikisi için de her ikisi cezaevinde ise tercihi kadına bırakmak üzere bir düzenleme getirilmesi gerekiyordu. Yine bir aykırılık, yine aslında erkek egemen anlayışın sonucu olarak getirilmiş ama sadece bu değil ki sadece bu mu? Şimdi, ben size hasta mahpuslardan örnekler vereyim: Diyarbakır D Tipi Cezaevi, Mehmet Emin Özkan, hepimiz fotoğraflarda gördük değil mi, tek başına yürüyemiyordu? Adliyeye getirirken fotoğrafını gördük, tek başına yürüyemiyor, artık hatırlamıyor bile hiçbir şeyi, hiçbir ihtiyacını tek başına karşılayamıyor ve bu insanı siz hâlen cezaevinde tutuyorsunuz. 5 kez kalp krizi geçirdi bu insan cezaevinde ama siz ısrarla, o düşman hukukunuzla tahliye etmiyorsunuz.
İzmir Aliağa 3 No.lu T Tipi Cezaevinde Ali Kurban, kronik böbrek yetmezliği var, kalp hastası, hipertansiyon, tüberküloz, mide ülseri; 22 Şubatta kalp krizi geçirdi, ameliyat oldu. Mersin Üniversite Hastanesinin verdiği yüzde 94 engelli raporuna rağmen Adli Tıp Kurumu dedi ki: "Hapishanede kalabilir." Bu Adli Tıp Kurumunuz var ya insanları ölüme gönderiyor, ölüme; bir sürü insanın aslında vebali Adli Tıp Kurumunuzun elinde ama siz buraya dair tek bir adım atmadınız.
Hüseyin Ortaç, 2021 yılında Mardin Cezaevine, ardından Rize Kalkandere'ye, buradan Erzurum Dumlu 2 No.lu Yüksek Güvenlikli Cezaevine, sonra da Erzurum H Tipi Kapalı Cezaevine götürüldü. 82 yaşında, iki yılda 4 cezaevi dolaştırıldı hastalıkları olmasına rağmen. Ailesi Adana'da ikamet ediyor, uzak hapishanelere ısrarla sevk edildi, ailesiyle görüşme hakkı dahi engelleniyor; sizin de buna dair bir çözümünüz yok.
Espiye L Tipi Kapalı Cezaevi, Yahya Güneş; ağır hastalıkları var, sürekli sevke maruz kalıyor, yirmi sekiz yıldır cezaevinde, tek başına ihtiyaçlarını karşılayamıyor, tedavisi yapılmıyor, infazın ertelemesi gerekiyor ama buna da "hayır" diyorsunuz.
Kayseri Bünyan Kadın Kapalı Cezaevi, Muhlise Karagüzel, 3 defa kalp krizi geçirmiş; kalp, diyabet, hipertansiyon, astım, bel, boyun fıtığı hastalıkları var; gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle defalarca göz anjiyosu yapılmış, doktorları tarafından acilen ameliyat olması gerektiği söyleniyor ancak gözlerini kaybetme riski var, ameliyat edilemiyor, dışarıda, daha organize bir yerde ameliyat olması gerekiyor ama tahliye edilmiyor.
6 Şubatta yaşanan deprem sonrası Maraş Türkoğlu 1 No.lu L Tipi Kapalı Cezaevinden Kırşehir S Tipi Kapalı Cezaevine sevk edilen hasta tutuklu Cemil İvrendi, açık kalp ameliyatı geçirdi, "anal fistül" denilen rahatsızlığından dolayı ikinci bir ameliyat geçirdi; 2015, 2017, 2018 yıllarında yaralarının patlaması sonucu tekrar ameliyat oldu; kalp, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol olmak üzere 4 kronik hastalığı var ama tahliye edilmiyor.
Bakırköy Cezaevinde Dilek Öz; kalp, kronik astım, yüksek tansiyon hastası. Elif Yaş, kalp hastası. Fatma Tokmak; kalp, mide ve yüksek tansiyon hastası. Hazine Alçı, ağır fiziksel engelli, yürüyemiyor. Jiyan Erdinç; fiziksel engelli, koltuk değnekleriyle ayakta durabiliyor. Süreyya Bulut; Wernicke-Korsakoff hastası, kafasında bulunan metal parçaları çıkarılamadığı için yaşamı ağır risk altında. Şükran Avşar, şizofreni hastası. Canşah Çelik; kalp, astım, bel ve boyun fıtığı hastası. Hiyem Yolcu, vücudunda iyileşmeyen iltihaplı yaralar var, bağışıklık sistemi çöktüğü için hastalıkları aşırı hassas. Tenzile Acar, hepatit-b ve verem hastası.
Gebze Cezaevi: Ayfer Çiçek; ağır ruhsal sorunlar yaşıyor, şizofren tanısı konulmuş. Fadime Coşar, yumurtalık kanseri. Gülistan Abdo, vücudunun değişik bölgelerinde kistler var, fiziksel engeli nedeniyle desteksiz ayakta duramıyor. Güneş Tekin; akciğer, sırt ve kaburga kemiklerine saplanmış ve çıkarılamayan metal parçaları var, ağır sağlık sorunları yaşıyor. Özlem Taşdemir, şizofren tanısı var, kalp damar sistemi hastalıkları nedeniyle ayak parmakları kesilmiş, düzenli tedavi ve bakım ihtiyacı bulunuyor, Havva Ak meme kanseri, Mesude Pehlivan yumurtalık ve mide kanseri, Mizgin Aydın meme kanseri, Remziye Baloğlu, Behçet ve kemik erimesi hastası; Rahşan Bozan'ın Behçet ve kemik kas erimesi, mide hastalıkları var; Bese Özer rahim kanseri; Saime Afşin tekerlekli sandalyeye bağlı yaşıyor, tek başına yaşamını idame ettiremiyor; Gönül Erdoğan kemik erimesi tedavisi edilmediği için bel ve kalça kemiklerinde gizli kırıklar oluşuyor, felç kalkmakla yüz yüze.
Kandıra 1 No.lu F Tipi Cezaevi, Lale Çeliker'in kalpte sıvı toplanması, bel fıtığı, safra kesesi hastalığı var.
Marmara Cezaevi, Yasemin Karadağ böbrek nakli oldu, tansiyon ve kemik erimesi hastası.
Bursa Yenişehir Kadın Cezaevi, Zeynep Genlioğlu yüzde 54 engelli, tek başına yaşamını idame ettiremiyor; Aysun Şahin kalp ve MS hastası. Bunlar saydıklarımın bazıları. Peki, bunlara bir çözüm önerecek misiniz? Gerçekten öldürecek misiniz, yoksa bir çözüm üretecek misiniz? Ben bunu buradan soruyorum, bir cevap bekliyorum çünkü bu insanların yakınları bizden bir cevap bekliyor. Diyorlar ki: "Ne olacak? Ölüme gidiyorlar, adım adım ölüme gidiyorlar." Bu da yetmiyor, sizin bu muhteşem idare ve gözlem kurullarınız var ya, hani getirdiğiniz; böyle, müthiş bir insan hakları reformu diye sunduğunuz idare ve gözlem kurulları, insanların sürekli infazlarını yakıyorlar, şartlı salıvermeleri yakılıyor, denetimli serbestlik hakları yakılıyor, keyfî cezalar almış başını gidiyor. İnsanlar itiraz ettikleri için disiplin cezalarıyla karşı karşıya, hak aradıkları için disiplin cezalarıyla karşı karşıya, Kürtçe türkü söyledikleri için disiplin cezalarıyla karşı karşıya. Şimdi bize siz diyorsunuz ki: "Bir yargı reformu..." Hadi ya, gerçekten müthişsiniz yani bu yargı reformunuza ne desek bilemedik.
Bir diğer mesele ara buluculuk, yine genişletmişsiniz. Ara buluculuğa toptan karşıyız. "Ara buluculuk" dediğiniz şey nedir biliyor musunuz? Yargı devreden çıktığı anda güçlünün güçsüzü ezmesinin aracıdır. En açık uygulamasını biz iş hukukunda görüyoruz. İş hukukunda işveren güçlü, avukatıyla geliyor, donanımıyla geliyor; işçi tek başına gidiyor ve orada istemediği, haklarını kaybettiği tutanaklara imza atmak zorunda kalıyor. Siz şimdi "Bunu yaygınlaştıralım." diyorsunuz, yargıyı devre dışı bırakıyorsunuz; bu tür ara buluculuk sistemleriyle aslında insanların haklarının, emeklerinin yok olmasına yol açıyorsunuz. O nedenle tümüyle bu ara buluculuk sistemine karşı çıkıyoruz, karşı çıkmaya da devam edeceğiz çünkü bir çözüm üreten mekanizma değil, tam tersine her zaman olduğu gibi güçlüden yana, sermayeden yana, zenginden yana bir düzenlemeden başka bir şeyi oluşturmuyor.
Şimdi, avukatlar meselesi... Şimdi, avukatlar lehine bir şey getiriyor olmanız, tabii, orijinal çünkü siz, avukatların kurumlarını, baroları dağıtmaya çalışan, kendi barolarınızı kurmaya çalışan; avukatları gözaltına aldıran, tutuklatan; avukatların sesini kısmaya çalışan bir iktidarsınız. Şimdi ne oldu? Seçim öncesi herhâlde böyle yapmanız gerekiyor, birtakım düzenlemeler yapmanız gerekiyor, onun için birtakım düzenlemeler yapmışsınız. Evet, avukatlar çok yoksul. Avukatlar bu ülkedeki ekonomik krizin, sizin yarattığınız ekonomik krizin sonucu olarak çok ağır koşullarda çalışmak zorunda kalıyorlar, yaşamlarını idame etmek zorunda kalıyorlar. İşçi avukatlık inanılmaz yaygınlaşmış durumda ve çok düşük ücretlerle avukatlar çalışmak zorunda kalıyorlar, tam bir kölece çalışma koşulları var. Kadın avukat arkadaşlarımız zaten başka sorunlar yaşıyor ama bunun çözümleri buradan geçmiyor; bir kere, avukatlık mesleğine iktidarın saygı duymasından geçiyor. Önce bir saygı duymayı öğrenin, onların kurumlarına saygı duymayı öğrenin, gerçekten avukatları yargının kurucu unsuru olarak görmeye başlayın, ondan sonra deyin ki biz bir şeyler yapıyoruz. Siz bunu görmüyorsunuz ki. Avukat arkadaşlarımız gerçekten de savunmanlık yaptığı için gözaltına alındı, tutuklandı, şu an cezaevindeler. ÇHD'li arkadaşlarımız, ÖHD'li arkadaşlarımız, insan hakları mücadelesinden yana olan arkadaşlarımız şu an cezaevinde. Çünkü niye? Çünkü mazlumun, yoksulun, işçinin, emekçinin hakkını savunduğu için içeri attınız. Tam da avukatlık yaptığı için, savunmanlığın tam da içeriğine uygun avukatlık yaptığı için içeri attınız. Bugün avukat arkadaşlarımızın adliyede hiçbir kıymeti, değeri kalmamış ki. Tek adam rejimi aynı meseleyi adalette de gösteriyor. Zaten kararlar tepeden veriliyor, bağımsız bir yargıdan bahsetmek mümkün değil, adaletten bahsetmek mümkün değil. Bu ortamda, evet, arkadaşlarımız yoksul ama yoksulluğu böyle çözemezsiniz, baroların ödeneklerinden keserek falan çözemezsiniz. Gerçekten avukatları güçlendirecek mekanizmalar üretmek gerekiyor ama sizin buna da niyetiniz olmadığı için size vallahi artık "Şunu yapın, bunu yapın." demiyoruz çünkü yapmayacağınızı, yapmadığınızı da çok iyi biliyoruz. Bundan sonra zaten yapacak olan siz olmayacaksınız, artık siz gideceksiniz ve başkaları çözecek; bu da kesin.
Şimdi, yine, Anayasa Mahkemesine tazminat komisyonu... Evet, Anayasa Mahkemesinin iş yükü çok. Ama niye çok? Niye Anayasa Mahkemesine bu kadar başvuru oluyor? Neden AİHM'e bu kadar dosya gidiyor, en çok dosya giden ülkeler arasında Türkiye yer alıyor? Çünkü ülkede adalet yok. Çünkü ülkede hukuk yok. Çünkü ülkede "Anayasa'yı takmam." diyen bir iktidar var, "AİHM kararını takmam." diyen bir iktidar var, "İşi bitiririz, yaparız gereğini." diyen bir iktidar var. Şimdi siz kendiniz hukuka uymayacaksınız, Anayasa'ya uymayacaksınız, ondan sonra diyeceksiniz ki: "Anayasa Mahkemesinin işi çok ağır, yük çok fazla. E, ne yapalım? Yeni komisyonlar oluşturalım da buradan yükü hafifletelim." Böyle hafifletme falan olmaz. Gerçekten Anayasa Mahkemesinin iş yükünü hafifletmek istiyorsanız, önce bir zahmet kendiniz hukuka uyun. Bu tek adam rejiminden, "Ben yaptım, oldu." anlayışından, hukuk tanımamazlıktan bir vazgeçin. Ülkede bir adalet tesisi olsun, demokratik bir işleyiş olsun gerçekten, o zaman zaten Anayasa Mahkemesinin iş yükü bu kadar olmayacak ki. Ne öyle komisyonlara ne başka şeylere ihtiyaç duymayacaksınız. Ama siz bütün bunları yapıp sonra da "Yargı çok uzuyor. Adil yargılanma hakkı, makul sürede yargılanma hakkı çok sorunlu. Bunları çözmek için de biz komisyon kurduk." falan diyorsunuz. Herhâlde bunlar da sizin KHK'lilerin Anayasa Mahkemesine başvurusunun önünü kesmek için oluşturduğunuz komisyonlara benzeyecek bu gidişle. Bir mekanizma, bir mekanizma daha, oyalama mekanizmaları oluşturun, asıl olarak başvuru mekanizması da uzasın, hak aramaktan da insanlar vazgeçsin hikâyesine gene döndüreceksiniz, öyle gözüküyor. Yoksa gerçekten bir niyetiniz olsaydı memlekette hukuk olurdu, adalet olurdu, yargı bağımsız olurdu; hâkimlerin, savcıların üzerinde kılıcınızla beklemezdiniz "Benim aleyhime karar vereni sürgün ederim." demezdiniz, o zaman gerçekten bir adalet olabilirdi. Bunu siz yapmayacaksınız, biliyoruz çünkü sizin işinize gelmiyor çünkü bir ülkede demokrasi varsa siz olmayacaksınız, bir ülkede adalet varsa siz yargılanacaksınız, bir ülkede gerçekten bağımsız bir yargı olsa siz zaten oturduğunuz yerde oturamayacaktınız. Deprem gibi bir meselede bile sorumluluk almayan iktidar, tek bir istifayı kendine hak görmeyen iktidar nasıl olacak da zaten bir memlekette adaletten bahsedecek? Şimdi, adalet olsa bir hâkim, bir savcı çoktan sizin hakkınızda dava açmış olması gerekiyordu, suç duyurusu hazırlamış olması gerekiyordu, hakkınızda soruşturma açılmış olması gerekiyordu değil mi? Ama siz, sizin hakkınızda suç duyurusunda bulunan avukatı gözaltına aldınız mesela.
BAŞKAN ABDULLAH GÜLER - Züleyha Hanım, toparlıyoruz inşallah.
ZÜLEYHA GÜLÜM (İstanbul) - Yok, toparlayamıyorum; bayağı dertliyim, o yüzden.
BAŞKAN ABDULLAH GÜLER - Çünkü arkadaşlarımızdan zamanla yarışanlarımız var.
ZÜLEYHA GÜLÜM (İstanbul) - Ben de yarışıyorum. Benim de aşağıda konuşmam var ama...
BAŞKAN ABDULLAH GÜLER - Biraz daha nezaketinizi lütfen sağlayalım.
ZÜLEYHA GÜLÜM (İstanbul) - Çok nezaketli konuşuyorum, aslında daha ağır konuşmam gerekir de çok nezaketli konuşuyorum.
BAŞKAN ABDULLAH GÜLER - Ama zaman açısından da iyi kullanalım.
ZÜLEYHA GÜLÜM (İstanbul) - Tamam, devam ediyorum.
BAŞKAN ABDULLAH GÜLER - Makul süreyi şu ana kadar arkadaşlarımız iyi kullandı, siz de şu anda geçmiş durumdasınız, onu da hatırlatayım.
ZÜLEYHA GÜLÜM (İstanbul) - Makul sürelerinizi de tartışırız tabii ki, o da ayrı bir tartışma konusu.
BAŞKAN ABDULLAH GÜLER - Yani toparlarsak memnun oluruz.
Buyurun.
ZÜLEYHA GÜLÜM (İstanbul) - Tamam, ben devam ediyorum.
Şimdi, dolayısıyla bu meselelerde maalesef çözüm yöntemleri bunlar değil.
Şimdi, diğer bir mevzu mülteciler meselesi. Şimdi, bizim ülkemizde maalesef mültecilere yönelik inanılmaz bir düşmanlık körükleniyor. Mülteciler meselesi olduğunda herkes siyasi ihtiyaçları neyse siyasi çıkarlarına göre bakıyor. İnsan hakları temelli, mültecilerin insan hakları temelli bir bakıştan asla bahsetmiyoruz; herkes çıkarlarına göre bakıyor. İktidar "Mültecileri nasıl pazarlık aracı hâline getirebilirim?" buradan bakıyor, "Avrupa'yla, diğer ülkelerle, komşu ülkelerle nasıl mülteciler üzerinden kendi çıkarlarımı gözetirim, neyin pazarlığını yapabilirim, neyi alabilirim?" buradan bakıyor; bir başkaları da "Acaba mülteci düşmanlığı yaparak oy alabilir miyim, sandıkta oyumu yükseltebilir miyim?" oradan bakıyor. İkisi de doğru değil. Mülteciler insandır, haklarıyla insandır. Birlikte eşit koşullarda bir arada yaşayabilmenin zeminini örmek zorundayız. Böyle geçici çözümlerle, işte, insan kaçakçıları meselesiyle, şununla bununla çözülecek bir meseleden bahsetmiyoruz. Tüm topluma başka bir yaklaşımın, başka bir bakış açısının anlatılması gerekiyor. Mültecilerin düşman değil, onların da mağdur edilen bir topluluk olduğunun, zorunluluk olarak bir ülkeden başka bir yere göç etmek zorunda kaldığının, uluslararası hukuk anlamında hakları olduğunun ve bu uluslararası hukuk anlamındaki hakların da iktidarın tanıması koşuluyla bir arada eşit koşullarda yaşamanın örgütlenmesi gerektiğinin anlatılması gerekiyor. Böyle çözümlerle olmuyor bu işler, siyasi çıkarınız ne gerektiriyorsa ona göre olması gerekmiyor. Mesela, bu deprem sürecinde mültecilerin yaşadığı bir kamp boşaltıldı, oraya depremzedeler yerleştirildi. Niye mültecileri boşalttık? Onlar nerede yaşayacak? Başka yer yok muydu? Bu kadar büyüttüğünüz, beslediğiniz bu sermaye gruplarının yerlerine niye açılmadı da gidip mültecilerin olduğu yeri boşaltarak onların olduğu yere yerleştirdiniz depremzedeleri? Nereye götürdüklerinin bilgisi bile yok bizde. "Nereye götürüldüler? diye sorduğumuzda cevap verilmiyor. Bu insanlar peki nasıl yaşayacak? Oralardan çıkarıldıklarında nerede barınacaklar? Bunun cevabı da yok. Herkes kendi siyasi çıkarına göre mültecilik meselesine bakıyor, oradan bir yaklaşım geliştiriyor.
Sonuç olarak, çok madde var söyleyecek ama özetle şunu söylemek istiyorum, maddelerde zaten konuşuruz, mesele şu: Mesele, temel insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, kadın-erkek eşitliğinden, mülteci haklarından, çocuk haklarından, LGBTİ haklarından bakılmadığı sürece meseleye; siyasi çıkarlar, siyasi ihtiyaçlardan bakıldığı sürece hiçbir şeye çözüm üretme şansınız yok. Sizin bugüne kadar, yirmi yıldır baktığınız tek yer kendi çıkarlarınız oldu, sermaye gruplarınızın çıkarları oldu, yandaşlarınızın çıkarları oldu, o yüzden hiçbir şeyi çözmek istemediniz. Bakın "Çözemediniz." demiyorum, çözmek istemediniz çünkü sizin için bu çözümdü zaten, size iyi gelen buydu zaten; tek adam rejimine de yaratmaya çalıştığınız toplumsal biçime de iyi gelen buydu. Siz zaten faşizmi kurumsallaştırmaya çalışıyorsunuz. Sizden demokrasi, özgürlük beklenemez. Ama gidiyorsunuz, çözecek olan biziz. Yeni gelecek, insanların birlikte, eşit koşullarda yaşadığı bir hayatı kendi elleriyle örmesiyle gerçekleşecek. Biz topluma güveniyoruz, biz halka güveniyoruz, halkın gerçekten bu depremde de gösterdiği gibi insani dayanışmasına güveniyoruz. Siz yoktunuz ama depremde halk vardı. Siz yoktunuz ama depremde 1 kuruşu varsa 1 kuruşunu, 100 lirası varsa 100 lirasını oraya götürüp orada dayanışmada bulunan insanlar vardı. Bu ruh bu ülkeyi ayağa kaldıracak. Siz batırdınız, bu felaketin asli sorumlusu sizsiniz ama bu toplum kendi emeğiyle, kendi dayanışmasıyla ayağa kalkacak, siz de yargılanacaksınız.