KOMİSYON KONUŞMASI

MUSA ÇAM (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Komisyonumuzun değerli üyeleri, Sayın Bakan, Avrupa Birliği Bakanlığımızın çok değerli yönetici ve bürokratları, değerli basın emekçileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sayın Bakan, hayırlı uğurlu olsun, başarılar diliyoruz. Aynı zamanda 24'üncü Dönem Parlamentosunda birlikte görev yaptığımız çok değerli arkadaşımız Ali Şahin'i Bakan Yardımcısı olarak görmek de bizi memnun etti, mutlu etti; başarılar dileriz kendisine.

Cumhuriyetin Batılılaşma hedefiyle uyumlu olarak Türkiye-AB ilişkileri, ülkemizin demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları, ifade özgürlüğü ve basın hürriyeti başta olmak üzere, çağdaş dünyanın en temel değerlerini benimsemesi ve içselleştirmesi açısından giderek artan bir önem taşımaktadır Avrupa Birliği bizim açımızdan. Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği ekonomiden kültürel hayata uzanan geniş bir yelpazede ülkemizin ilerlemesine ve Batı dünyasının önemli bir parçası olmasına katkı yapacaktır.

AB üyesi bir Türkiye, bölgesel ve küresel ölçekte etkinliğini artıracak ve iç barışını tesis etme yolunda büyük bir adım atmış olacaktır. Ancak, AKP hükûmetleri döneminde, Türkiye-AB ilişkileri iç ve dış politikada son yıllarda yaşanan olumsuz gelişmelerin etkisiyle kritik bir eşiğe savrulduğunu görüyoruz.

Hükûmet'in iç politikadaki otoriter tutumu ve evrensel değerleri cepheden ihlal eden dış politika tercihleri Türkiye-AB ilişkilerini kopma noktasına zaman zaman getirdiğini de hep birlikte izliyoruz.

Son yıllarda yayımlanan AB ilerleme raporlarını bir cümleyle özetlemek gerekirse kısa vadede ufukta tam üyelikle ilgili ciddi sıkıntıların ve sorunların olduğunu görüyoruz.

Gezi olayları ülkemizdeki demokrasi açığını bütün dünyanın gözleri önüne serdi. Hükûmetin basına karşı tutumu Türkiye'yi dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi hâline getirdiğini de görüyoruz.

Görüşlerini ifade eden akademisyenler Cumhurbaşkanı ve Hükûmetin ağır hakaret ve tehditlerine ne yazık ki maruz kalıyor.

IŞİD ve benzeri küresel tehditler karşısında Türkiye ile Batı dünyası arasındaki makas açılmakta, Türkiye'yi Batı dünyasında istemeyenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır.

Ekonomik eşitsizlikler her geçen gün büyürken toplumsal sınıflar arasındaki uçurum giderek derinleşiyor.

Cinsiyet eşitsizliği ve kadına karşı şiddet Hükûmetin toplumu tasarlamak için başvurduğu ana araçlarından biri hâline geldi neredeyse.

Etnik, dinsel ve kültürel fay hatlarının istismar edilmesi ülke içinde ve bölgemizde kutuplaşma yarattı; gerginliklere ve nihayet de çatışmaya yol açtı. AB'ye tam üye olmak isteyen bir ülkenin bu manzaraları hak etmediğini de söylemek istiyorum.

AB'nin temel değerleri ile AKP arasındaki makas tamir edilemeyecek düzeydedir. Söz konusu olan, dünyaya bakış ve biraz da medeniyet farkı olduğunu düşünüyorum.

AKP, AB'ye tam üye olan bir Türkiye'de kendisinin keyfî tutumlarıyla yeri olmadığını bilecek kadar kurnaz.

AKP kurumları ve kuruluşları inşa etmek için AB'yi kullanmış, istediğini elde edince de hızla AB'ye sırtını dönmüş durumdadır.

"AB" demek demokrasi, insan hakları, cinsiyet eşitliği, temel özgürlükler, sendikal haklar ve laiklik demektir. AKP ise bunların neredeyse tamamına karşı durumdadır izlediği politikalar neticesinde.

Avrupa Birliğiyle ilişkilerimize baktığımızda Türk dış politikasındaki çöküşün izlerini burada da görüyoruz. Özellikle dış politikadaki sıfır sorun sıfır komşu durumuna gelince bunun da dış politikada çöküşünü görüyoruz. İnsan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi çağdaş değerler ekseninde şekillenen Türkiye-AB ilişkileri Orta Doğu'daki çatışmaların sonucu olarak yaşanan mülteci kriziyle birlikte Türkiye ile AB pazarlığına dönüştü. AB bize 3 milyar avro verecek, AKP de mültecileri Türkiye'de tutacak. Türkiye yaklaşık 70 koşulu yerine getirdikten sonra AB canı isterse 2016'da Türkiye'ye vize serbestisi uygulayacak.

2015 Türkiye İlerleme Raporu'nun önceden ilan edilen tarihten bir hayli geç açıklanması ve 29 Kasımda Brüksel'de düzenlenen Türkiye-AB Zirvesi ile başlayan yeni dönem, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği konusunda bizi ciddi anlamda endişelendiriyor. Çünkü, Türkiye-AB ilişkilerinin açılan yeni fasıllara rağmen ağırlık merkezinin ve ekseninin kaydığını düşünüyoruz.

Mülteci krizi bağlamında AB'nin Türkiye'den büyük beklentileri ve AKP Hükûmetinin vize serbestisi gibi ucu açık vaatleri iç kamuoyunda göz boyamak için kullanması AB-Türkiye ilişkilerinin ana iskeletini oluşturan Kopenhag Kriterleri, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve laiklik gibi temel değerlerin önüne geçti.

ABD ve Avrupa'nın mülteci akışını durdurmak için Türkiye'ye her zamankinden çok ihtiyacı var, bunu biliyoruz. Ancak AB-Türkiye ilişkilerinin demokratikleşmeden kopuk olarak ilerleme olasılığı bizi kaygılandırıyor. Bu, Sayın Erdoğan'ın ve AB'deki yabancı düşmanı sağ politikacıların da isteğidir. Eskiden AB sağı Türkiye'ye imtiyazlı ortaklık önerirdi, şimdi imtiyazlı ortaklık tehlikesinin yerini çıkarcı ve pazarlıkçı bir anlayış almıştır.

AB'nin mülteci krizi konusunda Türkiye'ye ihtiyacı var. Ancak bu ihtiyaç, ilişkilerimizin doğasını değiştirmemeli ve AB'nin Türkiye'deki insan hakları ve demokrasi ihlallerine daha yüksek sesle tepki göstermesinin önüne geçmemelidir. İlerleme raporunun geç açıklanmasının altında da mülteci krizi konusundaki pazarlıkların yattığını biliyoruz. Mülteci krizinin çözümü Türkiye ile Batı ülkeleri arasında hakkaniyetli bir yük paylaşımından geçmektedir. Bu sorun Türkiye'nin tek başına altından kalkabileceği yerel bir sorun olmanın çok ötesine geçerek küreselleşmektedir.

Türkiye'de yaklaşık 3 milyon mülteci var. Bugüne kadar bu konuda 8 milyar dolardan fazla para harcanmış ama sorun büyümeye devam ediyor, mültecilerin sayısı ve insanlık dramları artıyor. Bu gerçeğe rağmen, AB ülkelerinin mültecileri kabul etmeme eğiliminde olması, para ve ucu açık vaatler karşılığında Türkiye'yi mülteci toplama kampına dönüştürmek istemeleri kabul edilemez. Bu, insan hakları başta olmak üzere, AB'nin kendi değerlerine de aykırıdır. Ne yazık ki AKP Hükûmeti ne zaman ödeneceği belirsiz, AB içinde de itirazlara neden olan 3 milyar avro karşılığında mültecileri Türkiye'de tutmayı kabul ederek, hem ülkemizin itibarını hem de mültecilerin onurunu zor durumda bırakmıştır.

Mülteci üreten düzen durdurulmalıdır. Bunun için, Suriye, Yemen ve Irak başta olmak üzere, Orta Doğu'daki savaşlar bir an önce siyasi çözüme kavuşturulmalıdır. Bu bağlamda, Viyana ve Cenevre süreçlerine sahip çıkmak büyük bir önem taşımaktadır.

Mültecilerin yerleştirilmeleri için Türkiye ve Batılı ülkeler iş birliği yapmalı, yük paylaşılmalıdır. Türkiye'nin toplama kampı yapılması asla kabul edilemez. Mültecilerin yerleştirildikleri ülkelere entegrasyonları sağlanmalı, yabancı düşmanlığına tolerans gösterilmemelidir.

AKP Hükûmeti, mülteci krizinin çözümü için AB'yle yaptığı müzakerelerde son derece başarısız olmuş ve AB'yle olan ilişkilerimizi rotasından saptırmıştır.

Türkiye'nin AB üyeliği, Türkiye'nin demokrasi, özgürlükler ve insan hakları alanında reformlar yapmasına bağlıdır. Gazeteci tutuklayan, akademisyenlere hakaret eden, faili meçhulleri azdıran, saldırgan bir dış politika izleyen bir hükûmet Türkiye'yi AB'ye sokamaz, ancak Türkiye'yi AB'nin tampon bölgesi yaparak mülteci kampı hâline getirebilir.

"Ekonomik ve Parasal Politika" başlıklı 17'nci faslın açılmasını memnuniyetle karşılıyoruz. Ancak bu Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği için yeterli bir adım değil. Müzakere sürecinin gerçekten canlanması için gerekli kritik fasıllar açılmış mıdır? Enerji, yargı ve temel haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik gibi kritik fasıllardaki tarama süreçlerinin hızla tamamlanmasını ve ve somut ilerleme sağlanmasını bekliyoruz.

Hükûmete sesleniyorum buradan: Kıbrıs konusundan sonra mülteci krizinin de Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği için bir ön koşul hâline gelmesine nasıl izin verdiniz?

Akademisyenlerin bildirisine karşı başlatılan linç kampanyası karşısında AB'den gelen sert tepkilere verdiğiniz yanıtları burada paylaşmanızı istiyoruz ve bekliyoruz.

Mülteci krizi konusunda AB'nin Türkiye'den beklentileri net iken ve sınır güvenliğinin sağlanması örneğinde görüldüğü gibi beklentilerin kurumsallaşması yönünde adımlar atılırken, Türkiye'ye vadedilen vize serbestisinin ne zaman gerçekleşeceği muğlaktır. 2016 yılında AB Türkiye'ye vize serbestisi vermezse AB Bakanı kendisini başarısız sayıp acaba gereğini yapacak mıdır?

Sayın Bakan, 2015 Yılı İlerleme Raporu'ndan birkaç şeyi de paylaşmak istiyorum. Yayınladığı raporda "Mahpus gazeteci sayısı 2011'den beri düşse de hâlâ 20 gazeteci cezaevinde, çoğu Terörle Mücadele Yasası'yla yargılanıyor. Gözaltı, yargılama, cezalandırma ve soruşturmalarla Hükûmet medya üzerinde kuvvetli baskı oluşturuyor. Cumhurbaşkanına hakaretten çok sayıda gazeteci, yazar ve sosyal medya kullanıcısına soruşturma ve dava açıldı. Bu davaların bir kısmı hapis cezası, erteleme ya da para cezalarıyla sona erebilir..." Bu artan baskı ortamının otosansürü de ağırlaştırdığı raporda yazıyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

(Oturum Başkanlığına, Başkan Vekili İbrahim Mustafa Turhan geçti)

BAŞKAN - Sayın Çam, sözlerinizi tamamlamanız için ilave süre veriyorum.

Buyurun lütfen.

MUSA ÇAM (İzmir) - Teşekkür ediyorum.

Muhalif gazeteler Hükûmet etkinliklerinde sürekli akreditasyon sorunuyla karşılaşıyorlar. Aralık ayında, çoğu muhalif medyada çalışan çok sayıda gazetecinin basın kartları geri alındı. Birden fazla uluslararası gazeteci sınır dışı edildi. İfade özgürlüğü ile nefret söylemi arasındaki çizgi net değil.

Yine, Cumhurbaşkanıyla ilgili "7 Haziran Parlamento seçimleri sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın medya üzerindeki baskısı kaygı vericiydi. 1 Kasım seçimlerinde de ifade özgürlüğü endişe edilen konular arasında yer aldı. Adalet ve Kalkınma Partisinin kamu kaynaklarını kullanımı eleştirildi. Medyaya yönelik artan baskı ve gözdağı otosansüre neden oldu." diyor. Cumhurbaşkanına hakaret gerekçesiyle 2014'te 397 yargılama olurken, 2015'in ilk altı ayında 962 yargılama yaşandı.

RTÜK'le ilgili, "RTÜK'ün şeffaflığı ve bağımsızlığı endişe vericidir." diyor. Yüksek Seçim Kurulu 39 televizyon kanalına 150 uyarı cezası verdi. Uluslararası gözlemciler izlenen 5 ulusal yayıncının 3'ünün iktidar partisine orantısız şekilde fazla yer ayırdığını tespit etti. Seçim öncesinde RTÜK, Hükûmet yanlısı ve muhalif çok sayıda televizyona tarafsız yayıncılık yapmadıkları gerekçesiyle ceza verdi.

TRT daha siyasileşti, seçim sürecinde Hükûmet partisi ve Cumhurbaşkanının konuşmalarına geniş yer verdi. Bu konuyla ilgili bir istatistik vereceğim Sayın Bakan. 10 Ekim ile 30 Ekim tarihleri arasında sadece TRT'nin yirmi günlük canlı yayın tablosu şu: Recep Tayyip Erdoğan 29 saat, AKP 30 saat, CHP 5 saat, MHP 70 dakika, HDP 18 dakika. TRT dâhil, 12 televizyon kanalının yirmi beş günlük canlı yayın saati: Recep Tayyip Erdoğan'ın 138 saat, AKP 238 saat, CHP 36 saat, MHP 21 saat, HDP sadece 6 saat. Bu gerçekten kabul edilebilir bir uygulama değil. TRT'nin ve televizyonların bu kadar yanlı, bu kadar yandaş bir yayın yapmasına asla izin verilmemeli. Zaten ilerleme raporunda da bunu yazmış.

"Gazetecilik alanında medyadaki bölünme, basın sektörünün kendi kendini düzenleyebilmesini, profesyonel etiği belirleyecek ortak kurallar koymasını engelliyor." diyor. "Devlet kaynaklı ilanlar adil dağıtılmıyor." diyor raporda. "Bağımsız, sürdürülebilir, kamu yayıncılığı sağlanamamış. Yayıncılık Kanunu adil rekabeti garantiye almıyor, tekelleşmeyi engelleyemiyor." diyor.

Yine, "İfade özgürlüğü, özel hayatın gizliliği, kişisel bilgilerin yeteri kadar korunamaması, pazara erişim ve sektör üzerindeki aşırı düzenleme endişe verici. İnternet yasası mart ayında TİB'in yetkilerini artıracak şekilde yenilendi. Yeni düzenleme ifade özgürlüğü, İnternet özgürlüğü, kişisel hayatın gizliliği ve bireysel haklar açısından endişe verici." diyor rapor.

Yine, raporda "80 bin İnternet sitesi engellendi, bu engelleme kararlarının sadece yüzde 5'i mahkeme kararıyla gerçekleşti. Twitter ve YouTube terör propagandası iddiasıyla engellendi. Ankara ve Suruç'taki gibi hassas kabul edilen saldırılarla ilgili yayın yasakları sık sık tekrarlanıyor." diyor ve ilerleme raporu birtakım sakıncaları almış ve yürütüyor.

Bizim Avrupa Birliği sürecinde çok samimi ve içteniz ve bu süreci başlatan bir partiyiz rahmetli İsmet İnönü döneminde. İstiyoruz ki ülkemiz bir an önce Avrupa Birliğine girsin ve gerçekten Avrupa Birliği standartlarında ve normlarında bir ülkeye ve demokrasiye kavuşsun. Ama özellikle dış politikada uygulanan bu yöntemleri ve şeyi görünce ister istemez umudumuzu kaybediyoruz.

Dün İstanbul'da Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunun Genel Kuruluna katıldım. Yaklaşık 30 ülkeden yabancı konuklar vardı. Özellikle Fransa'dan, Almanya'dan, Belçika'dan, Hollanda'dan gelen eski sendika yöneticileriyle bir ara konuşma fırsatı bulduğumda, bana yıllar önce şunu söylemişlerdi Sayın Bakan...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Çam...

MUSA ÇAM (İzmir) - Son cümlem.

BAŞKAN - Peki, buyurun lütfen.

MUSA ÇAM (İzmir) - Hep bana şu değerlendirmeyi yaparlardı 2000-2008 yılları arasında "Türkiye Avrupa'nın doğusunda bir ülkedir." diye söylerlerdi. Dün konuştuğumda "Türkiye artık doğunun batısındadır." cümlesi gerçekten beni çok yaraladı. Biz her zaman kendimizi Avrupa'nın doğusunda bir ülke olarak ve Avrupa'nın bir partneri, bir ortağı olarak değerlendirirdik ama şimdi Avrupa'nın bizi doğunun batısında bir ülke olarak değerlendirmesi, bizim geldiğimiz nokta itibarıyla çok itibarlı ve çok doğru bir noktada olmadığımızı düşünüyorum.

Ümit ediyorum ki bu önümüzdeki süreçte bu müzakerelerin en iyi şekilde yürütülerek Türkiye'nin hak ettiği bir yere kavuşacağına ve Avrupa Birliğinin bir yedek lastiği, stepnesi, mültecilerin toplandığı bir yer değil; oranın ögesi olacağına, esas elemanı olacağına inanıyorum ve 2016 yılı bütçesinin hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.