KOMİSYON KONUŞMASI

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, Sayın Bakan, değerli milletvekilleri; 2016 yılı bütçesiyle ilgili olarak burada yapılacak görüşmelerin, bütçe uygulamaları ve ülkemizdeki gelecek uygulamaları açısından hayırlı olmasını dileyerek sözlerime başlamak istiyorum.

Öncelikle bu bütçenin önümüze kadar getirilmesine büyük katkıda bulunan herkese bu çabaları nedeniyle Komisyon üyeleri olarak teşekkür ediyoruz. Burada yapılacak olan eleştiriler asla kişilerle ilgili değildir, bunun altını özellikle çizmek istiyorum. Bu, bir genel politika ve bu genel politikanın değiştirilmesiyle ilgili önerilerdir. Dolayısıyla kişileri doğrudan doğruya hedef alan veya kişileri amaçlayan herhangi bir olayla karşı karşıya kalmayacağınızı özellikle burada kendi adıma söylüyorum. Sanıyorum, diğer arkadaşlarımız da bundan farklı bir şekilde düşünmeyeceklerdir.

Değerli milletvekilleri, 2016 yılı bütçesi üzerinde konuşurken, Sayın Bakanın daha önceki bütçe sunumu sırasındaki iyimserliğini korumayı gerçekten isterdim. Keşke o iyimserliğin üzerine "Bakın, şuralarda da şöyle olanaklar var, bunları gözden kaçırdınız." deme fırsatını bulsa idik. Ancak, ülkemizin ekonomik durumu ve ekonominin geleceğine ilişkin veriler pek o kadar iç açıcı değil. Şöyle bir geçmiş yıllara doğru uzanarak kıyaslamaların anlam kazanması için hangi politikalar değişti onlara bir değinmek istiyorum:

Hatırlayacaksınız, 1980'li yıllara kadar yatırımcı ve üretici niteliği bulunan yatırımlara öncelik eden, kalkınmayı planlayan, bölüşüme müdahale ederek sosyal adaleti sağlamaya çalışan kalkınma iktisadı ve sosyal devlet kavramı var idi. Kalkınmacı sosyal devlet, 80'li yılların başından itibaren yoğun eleştirilere uğramaya başladı. Bu yaklaşımın yani kalkınmacı sosyal devletin kamu ekonomisini ve dünya ekonomisini ağır bir borç yükü altına soktuğunu, kaynakların etkin olarak kullanılmadığını söylüyordu bunu eleştirenlerin hepsi. Buna karşıt olarak çıkan akım "neoliberal" diye adlandırılan bir akımdı. Neoliberal yeni dalga, kalkınma ve kalkınmacı ideolojileri ve sosyal devleti kazanımlarıyla birlikte tasfiye etmeyi amaçlayan bir ideolojiydi; yerleşti, başardı. Bunun yerine, devletin ekonomiye müdahalesini reddediyordu ama ikame ettikleri şey sadece piyasa ekonomisiydi. Dolayısıyla piyasa ekonomisi neoliberaller tarafından kalkınmacı ve borç batağına battığı iddia edilen devleti piyasa ekonomisiyle kurtarmayı amaçlıyordu veya en azından o şekilde sunuluyor idi. Neoliberal akımın en gelişmiş uluslara da dayatmış olduğu kalkınma modeli daraltıcı para ve maliye politikalarına dayanıyordu. Bunun altını özellikle bir daha çizeyim, daraltıcı para ve maliye politikalarına dayanıyordu. Devalüasyon riskinden arındırılmış bir kur sistemini amaçlıyor idi. Dışa açık yani yabancı sermayeye bağımlı bir iktisadi yapıyı öngörüyordu. Bu üç tane temel konu hepinizin çok yakından bildiği ve aldığınız her kararın altını kazıdığınızda ortaya çıkan ilkeler olarak ortaya çıkıyordu. Neoliberal iktisat kamu ekonomilerini ağır borç yükünden kurtaracaktı. Piyasa ekonomisi de dünya düzenini sağlayacaktı. Dünya ekonomiyle ilgili bütün kararlarını piyasa ekonomisine bıraktığı andan itibaren işler müthiş şekilde iyiye gidecekti. Bu yapı altında merkez bankaları bağımsız -bu, tırnak içinde kullanılacak bir ifade- olarak tanımlanacaktı ama sadece ulusal paranın değerini korumaktan sorumluydu. Bu amacın dışında başka bir rol oynamamaları için de ellerindeki müdahale olanakları yeteri kadar kısıtlanıyordu zaten ama onun da ötesinde buralara karışmaması için bazen iç siyasetten de ciddi anlamda baskılarla karşılaşıyorlardı.

Kamunun maliye politikaları doğrudan doğruya faiz dışı fazla veren bütçe ilkesine dayandırılıyordu, faiz dışı bütçe veren fazla. Bütçelerimiz faiz dışı fazla verdiği zaman şapkaları havaya atıyorduk, seviniyoruz, faiz dışı fazla verdik. Peki, niye verdik faiz dışı fazla? Bu fazlayı verdiğimiz zaman nerede kullandık? Gerçekten de bu faiz dışı fazlanın ülkemizde kullanılacağı başka alanlar yok muydu, bunları pek fazla tartışmadık.

Kamu, tüketim ve yatırım harcamalarında olağanüstü kesintiler pahasına kamusal alanını ciddi anlamda sınırlandırıyordu. Dolayısıyla da bu alanların hemen hemen hepsi yani kamusal alanların hemen hemen hepsi -ki bunlar doğal olarak devlet tarafından işletildiğinde kâr amacı gütmeyen, tamamen kamu hizmeti amaçlı olarak belirlenen alanlar idi- finansal sermayenin spekülatif faaliyet alanlarının içerisine doğru itiyor idi yani "Bundan sonra bu hizmeti şu kuruluş görecek." deniliyor idi, "Etkinlik sağlanacak." diye iddia ediliyordu, "Verimlilik sağlanacak, tasarruf sağlanacak, hatta ve hatta çok önemli gelişmeler, araştırma geliştirme harcamaları yapılacak, bu konuda dünya standartlarına ulaşılacak." deniyor idi, sonuç olarak bunların hepsi devrediliyordu.

Başlangıçta yıllardır biriktirilen kamusal sermayenin neredeyse sıfır maliyetle, bazılarını sıfır liraya özelleştirdiğimizi de hatırlarsınız, sıfır maliyetle özel sermayeye terk edilmesi nedeniyle kârlılıklarının arttığını, devletin bu gelirlerden aldığı vergiler -kârlılıkları arttığı için- ve özelleştirme gelirleri sayesinde bu uygulama geçici de olsa devlete bir soluk aldırabiliyor idi.

Değerli arkadaşlar, ancak her rüyanın mutlaka bir sonu vardır. Nitekim 2008'de başlayan dünya ekonomik ve finansal krizi neoliberal efsaneyi bitirdi. Şu anda da bu tükeniş sürüyor, hâlâ bitmedi yani dibe vurmadı. Amerika Birleşik Devletleri'nin bu krizi aşmak için yarattığı ucuz parasal bolluk krizi durdurmuş gibi yaptı ama dünya ekonomisini dünya ekonomilerinin şimdiye kadar görmediği ağır bir borç yükümlülüğü bataklığına çekti; ucuz parasal bolluk dünya ekonomilerini gerçekten bir borç bataklığının içerisine çekti. Aslında daha önceden yatırımcı devlet veya sosyal devlet için öngörülen borç neoliberal politikalar sayesinde kat kat arttı. Yalnız burada aradaki bir farkı gözden kaçırmamak gerekiyor. Kalkınmacı sosyal iktisat kamuyu borçlandırırken yani devleti borçlandırıyor idi, neoliberal iktisat özel sektörü borçlandırarak özel sektörde kriz ve çözümsüzlük yarattı. Bu çözümsüzlükten en fazla etkilenen ülkeler de bizim gibi ülkeler, gelişmekte olan ülkeler oldu.

Ne yazık ki devlet bu tür gelişmeler karşısında ekonomiye müdahale etmeye kalksa bile vazgeçtiği kurumlar ve özelleştirdiği kurumlar nedeniyle ekonomiye müdahale edebilecek herhangi bir araç elinde kalmadı. Şimdi birdenbire "Belirli şeyleri destekleyeyim, ulusal üretimi artırayım." diye karar almaya kalksanız elinizde bir aracınız yok. Yeniden bu kurumları yaratmamız gerekiyor. Yapabildiğimiz tek şey, sadece yabancı kaynak çekebilme adına, dünyada dolaşan belirli bir miktardaki sermayeyi kendi ülkemize çekebilme adına, yurt dışından daha fazla döviz sağlama adına hafifletebildiğimiz kadar şartları hafifletmek, ödeyebildiğimiz kadar bedelleri yüksek ödemek. Ekonomi dışından kaynak bularak, borç bularak, tüketerek ekonomiyi büyütmek. Tüketerek büyütmenin nasıl bir büyüme olduğunu artık bütün Türkiye biliyor. Bu model istihdam yaratmıyor, döviz kazandırıcı işlemler, döviz ihtiyacını karşılayabilecek üretimler yapılamıyor, sürekli dış ticaret açığı ve cari açık ortaya çıkmaya başlıyor. Kısacası, model, dış ticaret açığı-cari açık arasında sıkışıp kalıveriyor.

Bu arada, dışarıdan bulunan borçlarla, ihracata dönük imalat sanayisini destekleyemediğimiz için, katma değeri yüksek ürünler üretemediğimiz için de sürekli olarak bu kaynakları talep artışını yükseltmek için kullandık. Bankaların hatta sokaklarda, alışveriş merkezlerinin önünde tezgâhlar kurarak nasıl kredi kartları sattıklarını veya satmaya çalıştıklarını hepiniz hatırlarsınız. Bu şekilde tüketimi teşvik eden bir sistem, aslında burada kullanacakları kaynakları kendi içinden de bulmuyordu çünkü çok iyi hatırlayacaksınız, tasarruf oranımız yüzde 12'lere kadar düşmüştü. Tasarruf oranı bu kadar düşük olan bir ülkede bu kadar büyük kaynakla kredi nereden kullanılacaktı? Zorunlu olarak yine aynı kaynaktan, dışarıdan bulunacaktı. Bankacılık sistemi, dışarıdan borç aldı, dışarıdan borç aldıklarını içerideki tüketicilere kredi olarak verdi, konut kredisi olarak verdi.

Sınır ötesi sermaye akımlarının rakam olarak 11 trilyon dolar ile 8 trilyon dolar arasında olduğu söyleniyor. Uluslararası sermaye akımlarının bu kadar yüksek düzeylerde olmuş olması böyle bir sıkıntı yaratmadı başlangıçta. Sanki alınan borçların bir gün vadesi gelecek ve geri ödenmeyecekmiş gibi sürekli olarak bu borçları aldık durduk. Bu şekildeki bir tüketimin büyümede işlev görebileceği asla göz ardı edilmiyor, büyüyor ülke ama bir taraftan istihdam yaratmayan bir büyüme sağlarken, bir taraftan da ülkeyi gerçek anlamıyla borç tuzağına sokuyor.

Değerli milletvekilleri, devletin borçluluğunu başka dönemlerle kıyaslarken bir hususa dikkat etmek gerekiyor. Bu, pek fazla yapılan bir olay değil. Kalkınmacı sosyal devletin borçları ile neoliberal uygulamaları yürüten devletin borçlarını aynı şeyleri yapıyormuş gibi kıyaslamak doğru değildir çünkü birisinde ekonomik faaliyetlerin öncüsü devlettir, o borçlanır; diğerinde devlet ekonomik yaşamdan çekilmiştir, özel sektör üstlenmiştir, bu defa o borçlanır. Dolayısıyla söz konusu olan ülkenin borçluluğudur, söz konusu olan ülkenin borçluluğudur. "Bir ülkenin borcu" denildiği takdirde "Benim borcum değil, özel sektörün." ya da "Benim borcum değil, devletin." denilmesi mümkün değildir çünkü kırılan ekonominin altında, çöken ekonominin altında bütün ulus kalmaktadır, özel sektörüyle, kamu sektörüyle, ailesiyle, aile ekonomisiyle. O nedenle de bu iki kıyaslamayı... "Devletin borçları şu kadardı, şimdi azaldı." falan dememek gerekiyor, global olarak bu ülkenin borçları nereden nereye geldi, ona bakmak gerekiyor.

Bu açıdan bakıldığında borçlarımızla ilgili birkaç tane veri: Verdiğim verilerde birkaç rakam azlığı veya çokluğu söz konusu olabilir çünkü daha önceden verilen rakamlardan hareket edildi, sonra rakamlar değiştirildi. O nedenle hangilerini bulduysak onları kullandık. Bu süreç içerisinde Türkiye ekonomisi 2003 yılından günümüze kadar yani on iki yıl içerisinde 129 milyar dolar olan dış borcunu tam 402 milyar dolara çıkarttı. Ülkemizde bütçe açığı pek konuşulmadı ama dış ticaret açığı ve cari açık dillerden düşmedi. Bu süreç içerisinde 580 milyar dolarlara varan dış ticaret açıkları, 444 milyar dolar da cari açık biriktirdik. Bu kadar açık verdik. Hane halklarımız 2002 yılında yüzde 3,4 yani 100 liralık gelirinin 3,4 lirasını borç ödemek için kullanırken bu rakam yüzde 55'lere geldi yani 100 liralık gelirinin 55 lirasını borç ödemekte kullanır hâle geldi. Özel sektörün borçları da inanılmaz derecede yükseldi.

Bu on iki yıl içerisinde 43 milyar dolar olan reel sektör dış borç stoku 268 milyar dolara yükseldi. Sonuç olarak, Türkiye, 797 milyar dolar olan gayrisafi yurt içi hasılasının 402 milyar dolarlık bir kısmı kadar borçlandı yani yüzde 50'nin üzerine çıkmış oldu bu oran. Ve bu şekildeki borçların nerede kullanıldığını sorduğunuz zaman kendinize, bunun ihracata dönük imalat sanayisinde kullanılmadığını, çok cüzi bir miktarının kullanıldığını, çok büyük ölçüde tüketime ve özellikle de rant amaçlı inşaat sektörünün içerisine gömüldüğü gerçeğiyle karşı karşıya kaldık.

Değerli milletvekilleri, başlangıçta da söyledim, bu veriler ülkemizin çözümsüzlük içerisinde olduğunu söylemek için verilen veriler falan değil. Türkiye Cumhuriyeti asla çözümsüzlük içerisinde olmaz, olmamalıdır da. Önemli olan doğru planlamayı yapabilmek, gerçekçi olmak, disiplini ekonominin her alanına uygulayabilmek, sadece devletin disiplinli olması bütçenin disiplinli olması yetmiyor, ekonominin her alanına uygulayacaksınız. Ekonomimizi bu kısır döngüden çıkartacak olan politikaları ister istemez Plan ve Bütçe Komisyonu üyeleri olarak aradık tabii ki. OVP'ye, Orta Vadeli Planımıza baktık, programlarımıza baktık bütün bunlarla ilgili olarak. Şimdi bu yirmi dakikalık sürenin zaten bir kısmını bitirmek üzereyim, Orta Vadeli Planla ilgili olarak konuşmaya ayırmak istemiyorum arkadaşlar ancak özellikle bu planda özel sektörün büyümesini, büyümeyi ve kalkınmaya dinamo olacak şekilde yatırımlara girişmesini sağlayacak neler var bunların gerçekliğiyle ilgili üç tane veri üzerinde konuşmak istiyorum.

Biliyorsunuz, reel yatırımcıların hepsi üç temel veriye bakmadan, bunlarla ilgili olarak hesaplarını yapmadan asla yatırıma girmezler. Bunlardan birisi kurdur, "Gelecekte döviz kuru ne olacak?" derler.

Değerli arkadaşlar, 2015 yılının ortalama kuru -dolar olarak veriyorum tabii ki- 2,716'ydı. Bu, orta vadeli planda da belirtilen rakam. 2016 yılı için verdiği rakam da 2,998. Şimdi, bu ne anlama geliyor? Bu, şu anlama geliyor: Bugünden itibaren dolar kurunda asla 3 liranın üstünde herhangi bir yükseliş görmeyeceksiniz anlamına geliyor. Şimdi, yatırımcısınız siz, karar vereceksiniz. "Döviz kuru ne olur?" diyorsunuz. Açıyorsunuz, Orta Vadeli Planı, bakıyorsunuz "Tamam, 2,99 olacakmış." diyorsunuz; bu bir.

İki: "Enflasyon yani fiyat artışları ne olacak, gelecekte neyle karşı karşıya kalacağım?" diye bakacaksınız. Biliyorsunuz, 2015 enflasyonu 8,8. Daha geçenlerde asgari ücretin artırılması nedeniyle ekonomi yetkilileri asgari ücret artışının bu enflasyonun üzerine 1,5 puan gibi bir artış daha sağlayacağını söylediler. Ne yapar? 8,8+1,5=10,3 yapar. Peki, OVP'deki planımız ne? Gelecek yıl, içinde bulunduğumuz yıl tabii ki, artış için 7,5. Demek ki ortalama döviz kurumuz 2,9 olacak, bugünden itibaren...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Temizel, süremiz bitti, ilave süre vereceğim.

Buyurun iki dakika ilave süre veriyorum.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim Başkanım.

...3 olacak, enflasyonumuz da 10,3 olacak. Peki, faiz ne olacak? İşte o konuda pek fazla bir şey söyleyemiyoruz. Doğal olarak Merkez Bankasına verilmiş olan bu görevle ilgili olarak enflasyon ve yurt dışındaki değişimler, kurlar dikkate alındığında faizlerin de ona göre belirlenmesi gerekiyor ama bunlar bu şekilde belirlendiği zaman yani 7,5 ve 2,9 olarak, o zaman faizlerin de artmayacağı ortaya çıkıyor.

Değerli arkadaşlar, bu da gösteriyor ki, bütçeyi üzerine oturttuğumuz veriler pek fazla inandırıcı değil. Eğer bunlara inanarak yatırım yapacak olan bir yatırımcı var diyorsanız, ben, gerçekten onunla konuşmak isterim çünkü görmediğimiz, bilmediğimiz bir şeyler mutlaka var.

Değerli arkadaşlar, şunu özellikle dikkatinize sunmak istiyorum: Maliyeciler açısından, maliye politikası uygulayacaklar açısından en özlenilen, istenilen büyüme modeli tüketime dayalı büyümü modelidir, işimiz müthiş kolaydır o zaman, seviniriz "Allah" deriz "işler iyi gidiyor" deriz, çünkü kolaydır. Dışarıdan borç alıyorsunuz, ithalat yapıyorsunuz, kişilere kredi veriyorsunuz, kredi kartıyla şey yaptırıyorsunuz, bunlar daha ödenirken katma değer vergisi kesiliyor, sistem kayıtlı olduğu için sistemde daha sonradan ortaya çıkacak gelirleri de alıyorsunuz, katma değer vergisi tahsilatınız zaten yetiyor size büyük ölçüde. Şimdi, diğer rakamlara bakıyorsunuz, ithalatınız -cari açığınızdan da belli zaten- müthiş şekilde artıyor. İthalde alınan katma değeri ve özel tüketim vergilerini...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Temizel, lütfen toparlar mısınız.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Sayın Başkan, daha sonraki konuşmalarımdan silmek üzere, şurada bir üç beş dakikalık konuşmam kaldı. Ben kurallara uyarım ama isterseniz de keselim yani sorun değil.

BAŞKAN - Buyurunuz.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Dolayısıyla bu olay çok kolay.

Şimdi, bununla ilgili olarak 2015 yılındaki vergi tahsilatının rakamlarını sizlere vereyim. 2015 yılında 467 milyar lira vergi tahsilatında bulunmuşuz. Kaynakta kesinti suretiyle aldığımız dâhilde alınan KDV ve ÖTV -kaynakta kesinti suretiyle aldığımız ücretlerden alınan stopaj, onu kastediyorum- o 80 milyar dolayında, 167 milyar lira KDV ve ÖTV'miz var yani beyannameyle almışız, 82 milyar lira gümrükte alınan katma değer vergisi ve gümrük vergileri, 29 milyar lira damga ve harçlar, 29 milyar lira cezalar, 19,6 teşebbüs ve mülkiyet gelirleri yani mali idarenin ilave olarak kalkıp da taş atıp kolunu yoracağı bir şey yok burada. İşlem yaparken insanlar tıkırt diye bunları ödüyor, harcını da ödüyor, damgasını da ödüyor, her şeylerini yapıyor, katma değerini de ödüyor. Bunların toplamı ne kadar biliyor musunuz? 406,5 milyar. Toplam tahsilatınız 467 milyar, 406,5 milyar liranız bunlardan geliyor. Peki, "Bu kadar rant ekonomisine dayalı, ranta dayalı inşaat sektörünün bu süre içerisinde özel sektörün ödediği vergiler nedir?" diye bakın. Ortalıkta bir şey göremiyorsunuz. Bütçeyle ilgili rakamların hepsine bakıyorsunuz 3,4 milyar civarında bir rakam görüyorsunuz buralarda hepsinde. Bu mudur olay diyorsunuz, maliye politikasıyla ilgili olarak yapılması gereken bu mudur? Bu arada, bütçe gelirlerinin içerisinde bazı kalemler var, "Buralardan mı sağlanıyor?" diyerek baktığımız, onlar da, açık söylemek gerekirse birazcık şüpheli gibi göründü. Örneğin, şunu özellikle söylemek için bunu tuttum: Malların kullanma veya faaliyette bulunma izin gelirleri, daha önceden birkaç yüz milyon lirayken birdenbire 2016 bütçesinde 4,2 milyar liraya çıkmış vaziyette. Yani bütçede bu tür kalemler konulabilir, olabilir, "Biz böyle tahmin ettik ama gerçekleşmedi ne yapalım." denir ama bunların televizyon yayın lisans ücretleri, radyo yayın lisans ücretleri, böyle upuzun böyle lisanslarla şunlardan, bunlardan sağlanacak olan gelirler olduğu söyleniyor ki özelleştirecek hiçbir şeyimizin kalmadığı denildiği bir zamanda birdenbire böyle bir lisans ücretlerinden 4,2 milyar lira sağlanmasını bir mucize olarak görmek gerekiyor. Ancak bu mucize ve değerlendirmeler pek fazla anlam ifade etmiyor değerli arkadaşlar. Biz 2015 yılını iki konuyu tartışarak geçirdik; bunlardan bir tanesi FED faiziydi diğeri de Çin'in aks değiştirmesiydi. Biliyorsunuz, FED faizi bizim mali piyasalarda alınıp satılarak bir yıl geçirdik. Sonuç olarak arttı, şimdi kademeli olarak artmaya devam ediyor. "Çin ne yapacak Çin ne yapacak." diye herkes büyük bir merakla Çin'in ne yapacağını izledi. Çin, ihracata dönük olarak üretiminden, sanayisinden yavaş yavaş iç tüketime doğru bir aks değiştirmeye geçecek diye tartışılmaya başlandı. Bunların sonuçları, FED'in faiz artırması da önemlidir bizim geleceğimiz açısından, Çin'in aks değiştirmesi de önemlidir. FED faizleri direkt olarak dışarıdan aldığımız borçları etkiler, Çin'in aks değiştirmesi de emtia fiyatlarını etkiler. Emtia fiyatlarındaki etkisi nedeniyle de bizim ihracatımızı etkiler, bizim üretimimizi etkiler.

Dolayısıyla, eğer önümüzdeki süreçte bu kadar önemli değişiklikler olacaksa bunları kesinlikle ve kesinlikle es geçme konumunda değiliz. Bütçede bunun çözümlerini çok net bir şekilde göstermek konumundayız, A planımızı, B planımızı. Uluslararası Finans Enstitüsünün raporlarına göre, 2015 yılındaki sermaye akımlarında eksi 735 milyar dolarlık bir düşüş vardı. 2016 yılı için de 448 milyar dolarlardan bahsediliyor, eksi. Bu, "Bize bir şey olmaz." diye geçiştireceğimiz bir olay değildir. Dolayısıyla, böyle bir realite olabileceğini kesinlikle düşünüp önlemlerimizi almak zorundayız. Önümüzdeki yıl içerisinde 170 milyar dolar özel ve kamu kesiminin borcu, 35 milyar dolar da...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Temizel, lütfen toparlarsak...

AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) - Benim süremden de kullansın Sayın Bakan.

BAŞKAN - Efendim, yani Sayın Temizel, yirmi yedi dakika oldu ama buyurun, sözlerinizi tamamlarsanız...

Buyurunuz.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Bitiriyorum. Teşekkür ederim. Kusura bakmayın lütfen.

BAŞKAN - Yo, rica ediyorum.

Buyurunuz.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Dolayısıyla, 215 milyar dolarlık bir kaynağa ihtiyacımız var. Bu, 2016 yılı için öngördüğümüz 735 milyar dolarlık ulusal gelirimizin neredeyse yüzde 30'una denk geliyor. Bu, önemli bir olaydır. Bu sorunlar, bu bütçe ve bu programla aşılacak gibi gözükmüyor değerli arkadaşlar. Ama umuyoruz ve diliyoruz ki göremediğimiz çözümler vardır, bizim atladığımız bazı konular vardır.

Bütçenin ulusumuza hayırlı olmasını diliyor, saygılar sunuyorum.

Kusura bakmayın süremi aştığım için de.