| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | |
| Dönemi | : | 28 |
| Yasama Yılı | : | 4 |
| Tarih | : | 14 .11.2025 |
SURURİ ÇORABATIR (Antalya) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli Komisyon üyeleri, bugün, Bayındırlık, İmar ulaştırma ve Turizm Komisyonu üyesi olarak Kültür ve Turizm Bakanlığının bütçesi üzerinde konuşmak isterdim. Hatta, Sayın Bakanla bütçesi üzerinde karşılıklı turizmle ilgili konuları görüşmek ve tartışmak isterdim. Ancak, önümüzde bütçelerden ve rakamlardan çok daha ağır, çok daha vahim bir gerçek duruyor. Hepinizin bildiği gibi, Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi'ndeki Grand Kartal Otel'de 21 Ocakta çıkan yangında 36'sı çocuk 78 insanımızı kaybettik, 133 vatandaşımız da yaralandı. Ben, bugün, bir milletvekili değil, bir baba, bir evlat, bir eş ve mağdur ailelerin acısını derinden hisseden bir vatandaş ve Kartalkaya Komisyonu üyesi olarak Cumhuriyet Halk Partisi adına görüşlerimi sizlerle paylaşacağım. Bütçe konuşmalarını bir kenara bırakarak bu faciada hayatını kaybeden vatandaşlarımızın ve ailelerinin Yangın Araştırma Komisyonuna yansıyan duygularını, feryatlarını, yaşadıkları derin acıyı sizlerle paylaşacağım.
Değerli Komisyon üyeleri, Kartalkaya'da ölen insanlar kader kurbanı değildir. Onlar, geç müdahalenin, yanlış yönlendirmelerin, koordinasyon eksikliğinin, yetersiz ekipman ve eğitimsiz personelin, kısacası denetimsizliğin, tedbirsizliğin kurbanı oldular. Sayın Bakan ve ilgili Bakanlıklar, yangında can verenlerin aileleri soruyor: "Neden yeterli personel yoktu? AFAD kurtarma ekipleri yeterli miydi? Yangına müdahale için gerekli ekipman bölgedeki kurtarma ekiplerinde var mıydı? Neden yerel ekipler yalnız bırakıldı? Neden hava araçları zamanında kalkmadı? Neden böyle bir kış merkezinde itfaiye ve ambulans teşkilatı yoktu?" Ne yazık ki, bu sorulara hâlâ tatmin edici bir yanıt bulamadık. Bu soruların hiçbirine yanıt verilmedi. Bu soruların cevabı sorumluluktan kaçmaktır. Kartalkaya dumanı tüterken siz ve ilgili Bakanlar, kameralar karşısında "Her şey kontrol altında." diyordunuz. Oysa, kontrol altında olan tek şey gerçeği saklama çabalarıydı. Kartalkaya'da hayatını kaybedenler için Bakanlıkların tek bir özrü, tek bir istifa değerlendirmesi bile olmadı. Başka bir ülkede böyle bir facia olsaydı ilgili bakanlar hemen istifasını verirlerdi.
Sayın Bakan, bu yangının sorumlusu olarak gösterilen kurumların birinin yöneticisi olarak ne yazık ki Meclisimizin davetine katılmadınız ve kendinizi ifade etme için Komisyona gelmediniz. 30 Nisan 2025 Çarşamba günkü Komisyon toplantımızda katılan mağdur ailelerimizi biz dinledik. Komisyon Başkanı dâhil olmak üzere istisnasız hepimizi derin bir üzüntüye ve gözyaşlarına boğan bu toplantıda olmanızı, aileleri dinlemenizi ve empati yapmanızı çok isterdim. Sayın Bakan, o gün bugündür bizler dâhil kamuoyunun vicdanı da rahat değil, yaşananlara akıl sır ermiyor. Yangının başladığı an itibarı ile ilk resmî müdahalenin yapıldığı an arasında geçen dakikalar sadece dakikalar değildi, canları ayıran umut ile çaresizlik arasında kalan bir mesafeydi. Yangın alarmları çalışmadı, yangın tüpleri ulaşılmaz durumdaydı, eğitimli personel yoktu, kaçış yolları kapalıydı, LPG hatları standartlara aykırıydı, personelin yangın eğitimi yoktu, bazıları dumanı görür görmez kaçtı. Bu otele nasıl belge verildi? Bu otel nasıl iş yeri açma ruhsatı aldı? Ve en acısı içindeki insanlar nasıl kaderlerine terk edildi? Siz ve yanınızdaki Bakanlar, daha yangının dumanları tüterken üzerinden sorumlu atmak için yapmış olduğunuz açıklamaları TV ekranlarında gördük. Kaldı ki bu açıklamalarda bile -tümünüzün kaygıları- kurumlarınızı korumak için ölü ve yaralı sayılarını bile açıkça açıklayamadınız.
Değerli Komisyon üyeleri, sizlere Kartalkaya Komisyonuna katılan ailelerin duygularını anlatmak istiyorum: Hilmi Altın... O gece eşini ve kızını kaybetti, kendisi o yangından sağ çıktı ama bir insanın taşıyamayacağı bir yükle yaşamak zorunda kaldı. Hilmi Bey'in anlattıkları yalnızca bir kişinin dramı değil, Kartalkaya gerçeğinin ta kendisidir. Şöyle diyor Hilmi Altın: "On saniyeliğine gözlerinizi kapatın, kendinizi o dumanın içinde düşünün, size 'Ölümlerden ölüm beğenin.' desinler, boğularak mı ölmek istersiniz, düşerek mi, yanarak mı? O gün orada ölümlerin her türlüsü yaşandı. Ben o cehennemden sağ çıktım diye utanan bir babayım." Hilmi Bey o geceyi anlatırken gözlerimizin önüne yalnızca bir faciayı değil, önlenebilir bir felaketin adım adım gelişini de ortaya koyuyor. Eşi Kübra'nın çığlığıyla uyanışını, kızları Alya'nın annesinin elinden tutup koridorda koşmasını, kendisinin birkaç dakika sonra koridorda nefes alamayacak hâle gelmesini, kapısını yumrukladığı odaları, bir çocuğun hayatını kurtarmak için insanlar tarafından çarşaflarla kurulan ilkel düzenekleri, 10 metreden kendini boşluğa bırakarak hayatta kalışını ama aşağı indiğinde eşini ve kızını bulamayışını, morgda onlara ulaşışını... "Ben Alya'nın saçını bir daha koklayamayacağım, eşimin sesini bir daha duyamayacağım. Her sabah hatıralarla dolu ama bomboş bir eve dönüyorum." diyor Hilmi Bey ve şunu ekliyor: "Bu bir kaza değil, bu bir ihmal, bu bir cinayet. Bu otelin ruhsatını verenler, denetlemeyenler, görmezden gelenler sorumludur. Biz adalet istiyoruz. Devletimizin bize bir adalet borcu var." Hilmi Altın'ın son sözleri aslında bu çatı altında bizlerin de sorumluluğunun özetidir. "Canlarımızı geri getiremezsiniz ama bundan sonra kimsenin bizim yaşadığımızı yaşamaması için adaleti sağlayabilirsiniz." diyor. "Biz buradayız, dimdik ayaktayız ve bu devlet bize borcunu ödeyene kadar biz burada olacağız." diyerek sözlerini tamamlıyor Hilmi Altın.
Bir anneanne, Sema Şahin... Kızını ve torununu kaybettikten yüz gün sonra şöyle haykırıyor: "Kızımın yüzünü gördüm. Benim prensesim yanmıştı. Yüz gündür ağlıyorum ama artık dayanamıyorum. Bu oteli açanlar ve denetleyenler suçludur."
Bir hekim, anne, Zeynep Kotan... Oğlunun cansız bedenine morgda dokunduğu anı şöyle anlatıyor: "Oğlumun öldüğünü televizyondan öğrendim. Ne bir arayan oldu ne bir haber veren oldu. Hastane hastane dolaştım. Morgda soğuk bedenine dokundum. Biz o gün kaderimize terk edildik."
Bir baba, Eray Bağcı... 15 yaşındaki oğlu Eren'in yalnız başına ölüme bırakıldığını anlatırken bilekliğini elinde tutuyordu. Şöyle dedi: "Oğlum orada kaderine terk edildi. Yangın alarmı yokmuş, tüpler dolap arkalarında saklıymış, çalışanlar eğitimsizmiş, dumanı görünce kaçmışlar, bizim canlarımızı kurtarması gerekenler önce kendilerini kurtarmış. Bu bir kaza değil. Bu bir ihmal zinciridir."
İntern Doktor Yiğit Gençbay ve makine mühendisi Alp Mercan... Yangın ilk anında dışarı çıkmalarına rağmen içerden gelen çığlıkları duyunca yeniden alevlerin içine koştular ve bir daha çıkamadılar. Alp'in ablası Nihan Ece Mercan'ın sözleri her şeyi özetliyor: "Alp mühendis, Yiğit doktor. Çığlıklar gelince tekrar içeriye girdiler. Hiçbir listede adları yok. Hatta biz çıktıklarını duyunca hastaneleri aradık. Dağ bayır... Yiğit Alp isimleri gibi karakterlilerdi. Liseden beri hiç ayrılmadılar, şehadete birlikte gittiler." Bu sözler bize acı bir gerçeği hatırlatıyor. Bu 2 gencin gösterdiği cesareti, özveriyi ne yazık ki o dönemde devletin hiçbir kurumu gösteremedi. Onlar hayatlarını ortaya koyarken devlet olması gereken yerde yoktu. Bizim görevimiz de bu gerçeği saklamadan en gür sesle dile getirmektedir. O gece yalnız bir otel yanmadı, insanların güvendiği devlet mekanizması da yandı ve küllerinin ardından geriye sadece acı değil, sorulması gereken onlarca soru kaldı. Neden alarm çalışmadı, neden tahliye planı yok, neden bu bina yıllarca denetimsiz bırakıldı? Neden o çocuklar, o anneler, o babalar dumanı görünce ilk kez nereye kaçacaklarını düşündüler ve neden bugüne kadar kimse siyasi sorumluluk almadı? Bütün bu soruların cevabı bu ülkenin yurttaşlarının devletimizden beklentisidir çünkü bu, aileler için bir lütuf değil. Acıları üzerinde siyaset yapılmasını değil acıların tekrar etmemesi için hakikati ve adaleti istiyorlar. Acıya uzak, gerçeğe uzak, sorumluluğa uzak bir düzen... Kartalkaya'da hayatını kaybedenlerin feryadı bu ülkenin en karanlık gecesinden yükselen bir vicdanın çağrısıdır. Bu çağrıya kulak vermeyen hiçbir kurum, hiçbir makam, hiçbir sorumluluk sahibi bu halka karşı görevini yerine getirmiş sayılamaz. Bu gerçeği bize en sert şekilde, en çıplak biçimde anlatan bir kişi de Abdurrahman Gençbay oldu çünkü o konuştuğunda yalnız bir baba değil ömrünü yargıya vermiş bir hukukçu olarak konuşuyordu. Anlattıkları bu facianın bir tesadüf olmadığını söylüyordu. Ruhsattan denetime, bilirkişi raporlarından soruşturma sürecine kadar uzanan zincirleme idari ve hukuki zaafların sonucunu gözler önüne seriyordu. belediyenin, il özel idaresinin, Çalışma Bakanlığının, İçişleri Bakanlığının, Çevre Bakanlığının sorumluluk alanlarının doğrudan bilirkişi raporunda tespit edildiğini hatırlattı ve en çarpıcı sözleri şöyle dile getirdi: "Devletim bana gözyaşları içinde evladımın dosyasını okutuyor. Bir aydır vergi dosyası değil kendi evladımın dosyasını okuyorum." Bu cümle yaşanan ihmallerin ağırlığını ve yargıya duyulan güvensizliğin hangi noktaya geldiğini tek başına anlatmaya yetiyor. Ve Duygu Can... Eşini ve 2 çocuğunu kaybetmiş bir anne. O yangının gecesinin küllerinden yükselen en acı sorulardan biri onun dudaklarından dökülüyor. "Oğlum Doruk küçücük yaşında koca bir yürekle bana bir ses kaydı bıraktı. 'Anne, yardım et, bizi kurtar.' demedi, 'Anne, seni seviyorum.' dedi. Benim çocuğum öleceğini bile bile bana bu ses kaydını bıraktı, bırakmak zorunda kaldı. Benim çocuğum öleceğini biliyordu ve ben anne olarak şunu demek zorunda kaldım: 'Keşke uyanmasaydı, keşke korkmasaydı.' Ablası yaşıyor muydu hayatta mıydı bilmiyorum. Sadece bulma şekillerine göre birbirlerine sarılmış olduklarını tahmin ediyordum. Nehir'le sabah konuştuk, 'Annecim dua eder misin? Senin duaların kabul olur. Bugün arkadaş edineyim.' Ben de anneciğim, senin hep son gün arkadaşların oluyor, olacak. Son günün de böyle bir son gün olacağını bilemedim. Ben ömrümü çocuklarıma adadım, onları sağ salim teslim ettim ama bana geri tabutları geldi. O gün ağlarken yanıma biri geldi 'Vali Bey üzülüyor, burada ağlamayın.' dedi. Ben evlatlarımı kaybetmişken acım bile yasaklandı. Ben bu devlete hakkımı helal etmiyorum." diyor. Bir annenin gözyaşını bile rahatsız edici bulan bir yönetim anlayışının nasıl oluyor da insan hayatını koruma sorumluluğunu taşıyabileceğini biz sormayacak mıyız? Duygu Hanım'ın yasını bile dizginlemeye çalışan o yaklaşım aslında bu facianın özeti değil mi? Yaşadıklarını anlattıklarıyla, aktardıklarıyla bu ülkenin hafızasına kazınan bir isim. Kartalkaya'nın küllerinden yükselen o büyük acıyı söylüyor ve bugün bu ülkede adaletin bir gün yerini bulacağını söylüyor. Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah'tan tekrar rahmet diliyorum. Bunlar sadece birkaç örnek. Siz bir de küçük bir çocuğun son anlarında biraz önce söylediğim gibi "Anneciğim seni seviyorum." demesini bir dinleseydiniz bu olayın artık yangın olmaktan çıktığı ve bir katliam olarak anılmaya başlandı. Yargılama süreçleri, bilirkişi raporları ve kamera kayıtları, verilen cezalar, hepsi bunu doğrular nitelikte. Komisyon sürecinde gördük ki bütün ilgili kurumlar birbirini görevini yapmamakla suçladılar. Orta yerde böyle bir facia varken bunca insanımızın canına kasteden olayda devletinin sorumluluk almaması nasıl bir durumdur? Hangi medeni bir ülkede böyle bir sorumsuzluk örneği görülebilir? Mevzuatı yapan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı konuya müdahil, uygulayıcı il özel idaresi ve belediyeler. Buna bir de sizin bakanlığınız ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının mevzuatı dâhil oluyor; mevzuatlar ne yazık ki darmadağın olmuş. Kurum çalışanlarının, bürokratların bile kafası karmakarışık; kim, kimin, nerede ve nasıl görev aldığını bilemez hâle gelmiş. Bu süreçte hiçbir bakanın sorumluluk dâhil üstlenmeden görevine devam etmesi nasıl bir demokrasi anlayışıdır?
Sayın Bakan, siz bu kabinenin ve yeni tüm yeni yönetim sisteminin en uzun süreli görev yapılan en kıdemli bakanısınız. Bu süreçte mevzuatı defalarca değiştirmişsiniz, özellikle iş sağlığı ve güvenliği ile yangın önlemlerine ilişkin görevlerinizi azaltmaya çalıştığınızı da görüyoruz. Yeni yönetim sistemi ve Meclis çoğunluğu size bu rahatlığı veriyor olabilir ama bu işler akşamdan sabaha ya da akla gelince "Yazın düzelir." anlayışıyla peyderpey yapılınca olmuyor. Sayın Bakan, bu meseleye bütüncül bakmayınca bir yerden çıkarılan bu mevzuatlar sonra karşınıza başka bir yerden denk geliyor. Mevzuat yapım süreci devletin liyakat sistemiyle ve gereği gibi yapılsaydı hiçbir kurum bu durumda olmazdı. Ben şimdi size ocaktan beri kamuoyunun tartıştığı bütün ailelerin, bütün vatandaşların sorduğu bir soruyu sormak istiyorum: Hiç mi sorumluluğunuz yoktu? Görevi bırakmak hiç aklınıza gelmedi mi, yoksa isteseniz de görevi bırakamadınız mı? Eğer böyleyse bize bunu da söyleyebilirsiniz. Neden sorumluları görevden almadınız? Neden soruşturma izni vermediniz? Göreviniz sadece iyi giden işleri sahiplenmek değildir, göreviniz kötü giden işlerin sorumluluğu almaktır; bu milletin vicdanı buna isyan ediyor. Türkiye'nin dört bir yanında vatandaşlarımız soruyor: Bu kadar ölümün sorumlusu kim? Kim hesap verecek? Görüyoruz ki hâlâ ne mevzuatta bir değişiklik ne de kurumsal sorumluluk tanımlanmadı. Değerli Komisyon üyeleri, bugün bir yangın daha olsa ne yapacağız? Yine aynı şeyleri konuşup "Mukadderat." mı diyeceğiz? Sayın Bakan, o günden bugüne bu devlet ne yaptı? Diğer bakanlıklar bu olayla ilgili neler yaptı? Bu tür olayların bir daha tekrarlanmaması için hangi tedbirler alındı, hangi mevzuat değişti? Kamuoyunu tüm bu sorulara yanıt bekliyor. Allah ülkemize bir daha böyle bir acı vermesin.
Gürcistan ve Azerbaycan sınırında şehit olan bütün askerlerimize Allah'tan rahmet dilerken yakınlarına da başsağlığı diliyorum.
Saygılarımla.