KOMİSYON KONUŞMASI

ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - Sayın Başkan, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, değerli bürokratlar, basınımızın değerli emekçileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Şimdi, ilk önce, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızca -bu bütçe konuşmasında- bu bütçenin bir istikrar ve refah bütçesi olduğu söylendi ki bence çok doğru bir tespit, gerçekten buna ihtiyacımız var. "Neden?" diye soracak olursanız, genel yaşam memnuniyetine baktığımız zaman Avrupa Birliği ülkeleriyle beraber, bunun bir istikrar ve refah bütçesi olmasını biz memnuniyetle karşılıyoruz, buna bu ismin verilmesini çünkü hakikaten genel yaşam memnuniyetine baktığınız zaman ciddi anlamda bir fark var arada ve bunu bizim kapatmamız lazım; aslında bütçe de tam bunun için. Biz bütçede her zaman bir harcama ve vergi kalemini konuşuyoruz ama esasında bizim belki de en az bunlar kadar konuşmamız gereken şey de şu: Topladığımız vergilerle sağladığımız kamu hizmetlerinden vatandaşlarımız ne kadar memnun? Ben, bu bütçe görüşmelerinde bunun daha fazla üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Neden? Çünkü vergi paketi üzerinde konuşuyoruz, torba yasa üzerinde konuştuk, neyi nereye harcayacağımız üzerinde burada sert tartışmalar yaşayacağız. Peki, bu harcamaların sonunda bizler gerçekten yaşam memnuniyeti, gelişmiş ülkelerle arasında büyük fark gösteren vatandaşımızın memnuniyetini, yaşamdan aldığı mutluluğu kapatabilecek miyiz, o farkı kapatabilecek miyiz? Şimdi, burada o yüzden kaynak belirttiğimiz bir Plan ve Bütçe Komisyonu toplantımız var. TÜİK'in kaynaklarına göre, kamu hizmetlerinden duyulan memnuniyetsizlik bana göre, bu Plan ve Bütçe Komisyonunun en fazla çözüm araması gereken konulardan bir tanesi. Eğitimde, sosyal güvenlikte, adalette, sağlıkta, ulaşımda, asayişte kamu hizmetlerinden duyulan memnuniyetsizlik giderek artıyor yani bizler işin bütçe tarafında harcama ve gelir tarafını konuşuyoruz ama yaptığımız kamu harcamalarıyla vatandaşımızın kamu hizmetlerinden memnuniyetini ne kadar giderebiliyoruz, onların ihtiyaçlarını nasıl karşılayabiliyoruz, bunu konuşmamışız. Bu, bana göre, şu anda çözmemiz gereken en önemli problemlerden bir tanesi. Bunu çözmek kolay mı? Değil. Benden önceki değerli vekiller zaten bahsettiler, yüzde 16'sının faiz giderlerine ayrıldığı bir bütçe refah getirebilir mi? Ben getirebileceğini düşünüyorum, doğru bir harcama kompozisyonuyla ama burada izninizle, bir politika hatasının toplumsal maliyetinden de bahsetmek istiyorum, o da şu: Kur korumalı mevduat sisteminin -ki bence onu sona erdirmekle çok doğru bir iş yapıldı- sadece Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına 2023 ve 2024 yılında kur korumalı mevduat sisteminin maliyeti 25 milyar dolar civarında, sadece Merkez Bankası için. Bakın, bizler bu sene faize yaklaşık 50 milyar dolarlık bir para aktarıyoruz. Önümüzdeki dönem faiz harcamalarındaki artışın yüzde 35 olması bekleniyor, bu da yaklaşık bir 50 milyar dolar daha oradan gelse, bizim yanlış ekonomi politikalarından dolayı, kur korumalı mevduat ve son iki senenin faiz harcamalarından dolayı cebimizden çıkacak para tam 125 milyar dolar. "Yüzyılın felaketi" dediğimiz, hepimizin çok içini acıtan, canını yakan depremin maliyeti 100 milyar dolar, belki de bunun biraz üstünde. Yani, burada, aslında vurgulamak istediğimiz şey şu: Doğru bir ekonomi politikası izlemediğiniz zaman kur korumalı mevduat gibi ve daha sonrasında da onun yanlış taraflarını bertaraf etmek için yüksek faiz politikası izlediğiniz zaman ortaya çıkabilecek olan iktisadi maliyet belki de yüzyılın en büyük felaketinin yaralarını sarmak için oluşacak olan maliyetten daha fazla. O zaman da şunu vurgulamak gerekiyor burada: Bizler doğru ekonomi politikaları izleyerek gerçekten vatandaşın görmek istediği kamu hizmetlerini sağlayabiliyor muyuz, kaynakları doğru yerlere aktarabiliyor muyuz? Bence bunun üzerinde durmak gerekiyor.

Şimdi, biraz daha bu bütçenin ayrıntılarına bakalım. Program açısından baktığınız zaman... Bakınız ekonomi, ekonomik işler ve hizmetler, sağlık hizmetleri, kamu düzeni, savunma hizmetleri, dinlenme, kültür, din hizmetleri, çevre koruma; bunların hepsinden faiz giderlerine ayrılan kaynak daha fazla. Hatta şöyle bir şey söyleyeyim: Kamu hizmetinden duyulan memnuniyeti artırmak için, vatandaşımızı o bütçede yer alan refaha kavuşturmak için eğitim ve sağlık harcamalarına daha fazla ayırmamız lazım ama görüyoruz ki eğitim ve sağlık harcamaları sadece faiz giderlerinin 1,5 katı kadar dolayısıyla burada çok ciddi bir faiz yükümüz olacak.

Şimdi, biraz daha derine bakalım istiyorum yani makro bir perspektiftense: Bizim, burada, bu program ödeneklerindeki artışa bakarak gerçekten bunun bir kalkınma bütçesi olup olmadığını, Hükûmetin kalkınma planlarıyla, orta vadeli programıyla uyumlu olup olmadığına bakalım istiyorum. Bu önemli çünkü bir programda ödenek artışı bütçedeki artıştan daha azsa eğer demek ki o görece daha önemsiz bir anlama geliyor, öyle değil mi?

Şimdi, şuna bakalım, orta sütuna bakalım. Mesela, bağımlılıkla mücadele, bence Türkiye'nin birincil derecede problemlerinden bir tanesi. Bu sene öngörülen artış bütçedeki artışın gerisinde kalmış. Devam ediyorum, yerel yönetimler. Yerel yönetimlere bu sene öngörülen program ödeneği artışı bütçe artışının gerisinde kalmış. Burada, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız su probleminin önemine değindi ve kurulacak olan komisyonla ilgili detaylı bilgiler vereceğini söyledi, çok önemli ama bakıyoruz, toprak ve su programına ayrılan ödenek bütçe artışından daha az kalmış, aynı şekilde sosyal güvenlik de.

Şimdi, sağ sütuna dikkat çekmenizi istiyorum. O kadar önemli programlara bundan sonraki üç sene içerisinde bütçedeki artıştan daha az bir pay ayrılmış ki bunun bir kalkınma programı, kalkınma planıyla ya da orta vadeli programla uyumlu olduğunu söylemek güç. O bakımdan da bütçenin bu taraflarını açıkçası biraz özensiz buluyorum. Mesela gençlik, gençlik programına ayrılan pay bütçedeki artışın altında kalıyor. Daha sonrasında, devam edelim, şehircilik ve afet yönetimi; altında kalıyor. Bölgesel kalkınma, çok önemli bir problem, bugün burada tartıştığımız siyasi problemlerin, siyasi gerginliklerin odağında bölgesel kalkınmada oluşacak olan tutarsızlıklar, dengesizlikler, eşitsizlikler var, ona ödenen, ona ayrılan ödenek artışı bütçe gideri artışının altında kalıyor. Tabii kaynaklar, hepimiz burada bahsediyoruz, nadir toprak elementleri son üç dört yılda gündemimize geldi, oradaki program artışı bütçe artışının altında kalıyor. Uluslararası eğitim, onun dışında çevre ve iklim değişikliği, ondan sonra göç yönetimi, enerji gibi programlara ayrılan ödenek artışı bütçenin artışının altında kalıyor. Dolayısıyla, bizim kalkınmamızı ve sürdürülebilir büyümemizi sağlayacak olan programlardaki artışın bütçedeki artışın altında kalması, bizim aslında iki sene önce tartıştığımız kalkınma planı ve orta vadeli programla uyumun güç olduğunu bize gösteriyor.

Şimdi, bir başka nokta daha var, İYİ Partiden Sayın Erhan Usta da değindi, bu yüksek gelirli olma meselesi. İlk önce şu sorunun cevabına bakmak gerekiyor: Bizim, son iki üç sene içerisinde iş yeri sayımız azalıyor, 4/A'daki sigortalı çalışan sayımız azalıyor, ücretler de yerinde sayıyor; peki, biz nasıl yüksek gelirli ülke oluyoruz? Bu, gerçekten bence önemli problemlerden bir tanesi yani benim firma sayım azalıyorsa, istihdamı artıramıyorsam, ücretler de artmıyorsa "Ben yüksek gelirli bir ülke nasıl olurum?" ona bakmak gerekiyor.

Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız toplam faktör verimliliğinin pozitif etkisinden bahsetti. Bizim de yaptığımız çalışmalar aslında bizim toplam faktör verimliliği açısından 131 ülke arasında son beş yılda çok da iyi bir performansımızın olmadığını gösteriyor dolayısıyla bence burada büyümenin itici gücü, kaynağı verimlilikte yaşanan artışlar değil. Burada da bir noktaya dikkat çekmek lazım: Bakın, bugün Türkiye'nin en büyük holdingi TMSF, Türkiye Varlık Fonu Türkiye'nin en büyük fonu ve Sayıştay denetimine tabi değil. Bankaların, kamu bankalarının toplam bankacılık sektörü içerisindeki payı yüzde 50'yi geçmiş durumda. Bu kadar kamulaşmış ve bu kadar bürokratikleşmiş bir ülkenin özel sektör marifetiyle ve verimlilik üzerinden bir büyüme, kalkınma yaşaması çok zor. Eğer bizler gerçekten bu kalkınmayı, büyümeyi verimlilikle destekleyeceksek eğer o zaman biraz önce bahsettiğim gibi Türkiye Varlık Fonunu, ondan sonra TMSF'yi ve kamu bankalarının bütün bankacılık sektörü üzerindeki baskın rolünü yeniden düşünmemiz gerekiyor. Çünkü buradan faktör verimliliği üzerinden bir büyüme hikâyesi yaratamayız.

Şimdi gelelim herkesin tartıştığı konuya. Burada bizler millî geliri çok farklı yöntemlerle hesapladık. Yani gayrisafi yurt içi hasılaya dolar cinsinden baktık, AK PARTİ Hükûmetinin ve Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısının bahsettiği satın alma gücü paritesinden, Dünya Bankasının ülkeleri gelirlerine göre ayırdığı Atlas üzerinden baktık ve hem gayrisafi yurt içi hasılaya hem de kişi başı millî gelire baktık ve gördüğümüz şey şudur: Doğrudur, satın alma gücü paritesine göre Türkiye 18'inci büyük ekonomiden 11'inci ekonomiye gelmiş. Dünya Bankasının ülkelerin yüksek gelirli mi orta gelirli mi olup olmadığına baktığı Atlas yöntemini kullandığımız zaman da 20'nci ekonomiden sadece 19'uncu ekonomiye doğru gelmiş. Bana şahsi fikrimi soracak olursanız ben bunların ikisine de inanmıyorum. Yani yirmi yılda bu ülkede önemli şeyler de yapıldı, büyük hatalar da yapıldı. Ben ne yirmi senedir aynı yerde kaldığımızı düşünüyorum ne de dünyanın ilk 10 ekonomisine girecek bir üretim yapısında bir teknolojiye sahip olduğumuzu düşünüyorum.

Aslında bir şey daha söyleyeyim: Bu iki yöntemin de hataları var, çok az onlardan bahsetmek lazım. Neden ben satın alma gücü paritesiyle ölçülen millî gelir verilerine biraz ihtiyatlı yaklaşıyorum? Sebebi de şu: Siz düşük ücretli emeğin bir de kayıt dışı çalıştırılmasına göz yumarsanız eğer orada ekonomilerdeki refah olduğundan yüksek gözükür yani satın alma gücü paritesiyle ölçtüğünüz millî gelir olduğundan daha yüksek gözükür. Hizmet kalitesini yani Avrupa'daki bir sağlık hizmetini ya da eğitim hizmetini Türkiye'yle karşılaştırdığınız zaman ikisi arasındaki kalite farkını satın alma gücü paritesinde çok göremezsiniz. Bunun dışında, eğer sizler kuru baskılarsanız ve fiyatlardaki artış yani enflasyon kur artışından fazla olursa orada da refah biraz abartılarak gösteriliyor. Dolayısıyla ben Türkiye'nin millî gelir açısından ve kişi başı millî gelir açısından satın alma gücü paritesine göre değerlendirilmesini doğru bulmuyorum. Ama bir şey daha var, bu bence çok da önemli de değil. Yani bizler dünyanın 11'inci ekonomisi miyiz 20'nci ekonomisi miyiz bunun bence çok büyük önemi yok. Önemli olan şey şu: Biz gerçekten bu büyümeyi hissedebiliyor muyuz, öyle değil mi? Yani biz iktisadı niye çocuklara üniversitede öğretiyoruz? İktisatta ilk öğrettiğimiz şey şudur: Sizin vatandaşınızı, o ekonomideki insanları mutlu etmeniz gerekir. Yani biz 11'inci ülkeysek vatandaşlarımızın daha mutlu olması, yaşam memnuniyetlerinin artması gerekir, bunu biz datada göremiyoruz. O bakımdan bizim burada ön plana çıkarmamız gereken şey şudur: Bizler gerçekten yüksek gelirli ve refaha ulaşan toplumların memnuniyet düzeyinde miyiz, onlar gibi mi yaşıyoruz? Valla pek öyle değil.

Bakmamız gereken şeylerden bir tanesi şu ilk önce: Yüksek gelirli ülke seviyesine büyüme hızımız yaklaşmak için yeterli mi? Tabii ki gelişmiş ülkelere göre daha fazla büyüyoruz, orada herhangi bir soru işareti yok ama baktığımız zaman, özellikle bizim imalat sanayinde rakip olduğumuz Doğu Avrupa ülkelerine bakınız; Çek, Polonya, Macaristan, Romanya gibi ve daha sonrasında diğer ülkelere bakınız, onların biraz gerisinde kalıyoruz. Yani ilk olarak bence kafa yormamız gereken şey şu: Evet, ilk yirmi yılda bir büyüme hikâyesi yakalanmıştır, doğrudur; ilk yirmi yıla göre sorunlarımız daha farklılaşmıştır, bu da doğrudur fakat aynı yerde, bizim özellikle imalat sanayinde beraber rekabet ettiğimiz ülkelerin büyüme hızları ve onların üretim desenleri gelişmiş ülke olarak sayılabilmeleri için daha yet3erli, daha önemli. Bizim kafa yormamız gereken şey bu. Sanayideki rakiplerimiz neden bizden daha hızlı büyüyor? Bizler onlarla rekabet edebilmek için neler yapmalıyız?

Şimdi, bir başka nokta da şu: Gerçekten yüksek gelirli bir ülke gibi mi sorunlarımız? Ben, özel sektör marifetiyle yatırımların yapılması gerektiğine inanan, kamunun da burada denetleyici ve düzenleyici bir rol de olması gerektiğine inanan bir görüşü savunuyorum. Reel sektörümüzün sorunlarına bakalım. Dünya Bankasının iş yapma endeksi yani "doing Business." Şimdi, buraya baktığınız zaman, bizim Türkiye'de reel sektörün sorunlarını öncelikli olarak buraya yazdığınız zaman finansmana erişim, vergi oranları, kayıt dışı sektör uygulamaları gibi uygulamalar var. Şuna baktık Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım: Bu problemleri hangi ülkeler daha fazla yaşıyor? Korelasyonlarına baktık. Baktığımız zaman bu problemler en fazla ve maalesef alt orta gelir ülkelerde yaşanan problemler. Dolayısıyla bizim reel sektörün problemlerine baktığımız zaman, Türkiye'nin yüksek gelirli bir ülke gibi davranmadığını söyleyebiliriz. Bizim çözmemiz gereken problemlerin başında finansmana erişim geliyor.

Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız geçen haftaki bütçe konuşmasında 2 defa çok önemli bir konuyu vurguladı, o da şudur: Doğrudur, kamu borç stokunun düşük olduğundan ve bunun bizim için ilerleyen dönemlerde bir ilerleme alanı olduğundan bahsetti, bunun bir avantaj olduğundan bahsetti. Kendisiyle burada ayrışıyoruz. Kamu borç stokunun düşük olması, faizleri düşürdüğü sürece önemlidir. Yani evet, kamu borç stokunun düşük olması bir borçlanma alanı sağlar, doğrudur ama bu borçlanma alanını siz ancak düşük faizlerle borçlanarak bir avantaja çevirebilirsiniz. Oysa son yapılan ihalede devlet tahvillerine on yıllığına yüzde 40 verildi. Yani şimdi, devlet tahvillerinin on yıllığına yüzde 40 faizi olduğu bir yerde bizim kamu borç stokumuzun düşük olması bize avantaj sağlamaz. Bu avantaj ancak ve ancak düşük faizle borçlanabilirsek bizim için bir avantaj olabilir. Bakın, bu oldukça önemli bir konu. On yılını yüzde 40 borçlanabiliyorsak ve önümüzdeki sene bizim orta vadeli programda Merkez Bankasının hedeflerinde, bizim hedefimiz yüzde 15'se burada büyük bir sorun var. O zaman biz neredeyse dokuz yıl boyunca dünyanın en yüksek reel faizini vereceğiz, yüzde 25. Yok eğer değilse yani önümüzdeki dönem yüzde 15, yüzde 16'lık bir enflasyon hedefine Merkez Bankası ve orta vadeli programı hazırlayanlar inanmıyorsa o zaman da sizin yeni hazırladığınız ve bizim burada tartıştığımız programın daha şimdiden bir geçerliliği yok demektir. Dolayısıyla on yıllık tahvil yani on yıllığına her yıl yüzde 40 borçlanmayı kabul eden bir ekonomi programı düşük bir kamu iç borç stokunu avantaj olarak görmemeli ancak düşük borçlarını düşük faizden borçlanıyorsak sizin için bir borçlanma alanı vardır.

Şimdi, neden bahsettik? Yaşam memnuniyetinden ve büyümenin bir yaşam memnuniyetine dönüştüğü sürece önemli olduğundan bahsettik. O konuyu da biraz açmak lazım. İnsanlar ne zaman ekonomi büyüdüğü zaman mutlu olurlar? Bir kalkınma sağladığımız zaman yani kalkınmayla beraber büyüdüğümüz zaman, o zaman siz o büyümeyi hissedersiniz. Bana göre Türkiye'deki temel tartışılacak alan, konu dünyanın 11'inci ekonomisi ya da 20'nci ekonomisi olmamız değildir; temel tartışılacak olan konu, bu büyümenin vatandaşlarda bir yaşam memnuniyete yol açıp açmamasıdır.

Şimdi, buraya baktığınız zaman, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızın sunumundan bizler satın alma gücü paritesine göre Avrupa'nın 4'üncü büyük ekonomisiyiz. Eyvallah, tamam. Kalkınma göstergelerine bakalım şimdi: Yolsuzlukla mücadele, Hükûmetin etkinliği, politik istikrar, düzenlemenin kalitesi, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, hesap verebilirlik, istihdam, gelir dağılımını ölçen Gini endeksi, millî gelirin karbon yoğunluğu -üzerinde fazla durmadığımız ama çok durmak zorunda olduğumuz bir kalkınma göstergesi- ihracatta yüksek teknoloji oranı, yine katma değerde orta ve yüksek teknoloji payı... Bütün bunlara baktığımız zaman bizler Avrupa'nın ilk 10 ekonomisinden kalkınma göstergeleri açısından negatif ayrışıyoruz. Dolayısıyla, bizim kafamızı yormamız gereken ilk şeylerden bir tanesi şu: Bu büyümeyi biz kalkınmayla beraber nasıl harmanlayabiliriz? Buraya baktığımız zaman bunun çok da başarıldığını görmemiz zor; kalkınamıyoruz ya da daha doğrusu şöyle bir şey söyleyeyim, Avrupa'nın 4'üncü büyük ekonomisi ve dünyanın 11'inci büyük ekonomisinin öngördüğü bir kalkınma hamlesini gerçekleştiremiyoruz.

Bir başka ilerlememiz gereken alan ne? Önümüzdeki döneme hazır mıyız? Benim bu ekonomi programını, orta vadeli programı en fazla eleştirdiğim alanlardan bir tanesi küresel eğilimleri yakalamadaki bence hantallığı. Bakın, çok kritik alanlar var. Yeni bir sanayi devriminin tam ortasındayız; yeni bir AR-GE politikası geliştirmemiz lazım, yenilikçi olmamız lazım, yeşil dönüşümü başarmamız gerekiyor ama Dünya Bankasının girişim anketinden bazı kriterler aldık ve baktığınız zaman orada da şunu görüyoruz: Mesela son üç yılda kendi karbon emisyonlarını izleyen firmaların yüzdesi, son üç yılda emisyonları azaltmak için enerji yönetimi önlemlerini benimseyen firmaların yüzdesi, yeni bir ürün, hizmet sunan firmaların yüzdesi, süreç yeniliği başlatan firmaların yüzdesi, AR-GE'ye harcama yapan firmaların yüzdesi, son üç yılda ürün hizmet süreç sunan ve AR-GE harcamalarını yapan firmaların yüzdesi.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - İki dakikam var, biliyorum.

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Veriyorum iki dakika daha.

ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - Bütün bunlara baktığımız zaman Türkiye'nin yüksek gelirli ya da orta yüksek gelirli bir ülke gibi davranmadığını, aslında daha doğrusu Türkiye'deki özel sektörün yani bizim için büyümenin, yatırımların itici gücü olması gereken özel sektörün orta üst gelirli ya da yüksek gelirli bir ülke gibi davranmadığını görüyoruz ve bunun da ben orta uzun dönemde büyümemiz için temel problem olduğunu görüyorum. Dolayısıyla, bizim burada bence hem iktidar partisi olarak hem Cumhur İttifakı hem de muhalefet partileri olarak tartışmamız gereken konu Türkiye'nin dünyadaki kaçıncı büyük ekonomi olduğu değildir, Türkiye'deki bu iktisadi büyüklüğün nasıl hissedildiğidir. Yoksa burada sonsuza kadar yüksek gelirli miyiz, değil miyiz diye bunu tartışabiliriz. Oysa biliyoruz ki iki yüz elli-üç yüz yıldır bu topraklar gelişmekte olan ülke statüsünde ve yüksek gelirli ülke olmak için de gerekli hamleleri biz bir türlü yapamıyoruz. O bakımdan da biraz kafayı istatistiklerdeki sıramızı tartışmak yerine başka bir şeye yormak lazım.

Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun bir şiiri vardır, çok da sevdiğim bir şiirdir, oğluna yazmıştır, onu söyleyerek kapatmak istiyorum, o da şu: "Sen ne tarih ne coğrafya ne şusun ne busun/ Oğlum Mernuş, sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun." der. Bizler otobüsü çok seferlerinde kaçırdık, sanayi devrimlerini başaramadık ve bunu çok kısır tartışmalardan dolayı başaramadık. Bir daha buraya baktığımız zaman bu yeni dönemde de otobüsü kaçırmak üzereyiz. O bakımdan, ben bu bütçede kalkınma planıyla uyumlu, Türkiye'nin orta uzun dönemde vatandaşını daha memnun eden, kamu hizmetlerinden memnuniyetin arttığı, yeni süreçte çevreyle uyumlu, yeşil dönüşümünü gerçekleştirebilmiş ve vatandaşlarının, gençlerinin yurt dışına kaçmak zorunda olmadığı bir bütçe bekliyorum.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.