KOMİSYON KONUŞMASI

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Sayın Başkanım, saygıdeğer milletvekili arkadaşlarım teşekkür ederim.

Sayın Başkanım, malumlarınız bunun yarım saatte yetişmesi mümkün değil.

Şimdi iki arkadaşımız çok haklı olarak sorularına zamanında karşılık alamadıklarını söylediler. Bizim tabii ki Meclisin denetim görevine en yüksek düzeyde saygı göstermemiz ve bunlara cevap vermemiz gerekiyor, vereceğiz de. Fakat öyle sorular geliyor ki, mesela örnek vereyim size: Özel kaleme niye iPad aldınız, dolma kalem niye aldınız, şunu bunu niye aldınız, şunu bunu niye aldınız?

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Onlara vermeyin de bizimkilere verin.

BAŞKAN - Onları eleyin diyor.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Dolayısıyla, sayın milletvekillerine yani bu denetim müessesesinin maalesef büyük çoğunluğu istismar ediliyor. Ama her hâlükârda cevap vermediğimiz hiçbir soru aralık ayı sonuna kadar kalmasın, hepsine cevap vermiş olalım, öncelikle bu Komisyondaki arkadaşlarımızınkine verilim. Zaten buradakiler hazırdı, sadece benim imzamı bekliyordu.

Şimdi burada tabii iki arkadaşımızın söylediklerine tepki gösterdim çünkü soru değildi, haksız iddiaydı. Onun dışında hakikaten benim son zamanlarda katıldığım en verimli toplantılardan bir tanesi oldu, çok verimli bir tartışma oldu. İçeride de Sayın Başkana söyledim, biz Meclisin ilk yıllarında, 2002'den sonra, ilk beş yılı çok verimli tartışmalarla geçirmiştik, ondan sonra sayısı azaldı. Ama buradaki yaklaşım, seviye benim kişisel hatıramda istisnai bir yer edinecek. Keşke başka zeminler de olsa da burada açılan konuları hep beraber bundan sonrasında da tartışabilsek.

Eleştiriler var, destekler var ama hepsinin ortak bir noktası var. Türkiye'nin kültürel standartlarının daha çok yükselmesi, Türkiye'nin her alanda kültürel hayatla daha çok ilişki kurması. Benim de yaklaşımım böyle. Ben, doğrusunu söylemek gerekirse Kültür ve Turizm Bakanlığının en çoğulcu ve sivil bakanlık olması gerektiğini düşünüyorum. Mümkün olduğu kadar toplumun her kesimini yatay kesen bir Bakanlık olması gerekir. Tabii, bu, kültür meselesini nasıl anladığımızla ilgili olarak başlayan bir mesele. Bir Alman filozof "Kültür bir milletin sorun çözme kapasitesinin toplamıdır." der. Yani kültürü konuşurken bazen sadece festivallerden, müzelerden, bilinen sanat alanlarından konuşuyoruz ama aslında kültür dediğimiz şey bir milletin hayatında ne varsa, krizleri hangi yöntemlerle aşıyorsa, geleceğe hangi tasavvurla bakıyorsa odur. Mesela, benim geçenlerde bir toplantıda kültüre verdiğim örnek şudur: Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakanlığı döneminde yıllar evvel Afganistan'a gitmiştik, orada NATO karargâhını ziyaret ettiğimizde NATO komutanları dediler ki: "Afganistan sokaklarında kendi üniformasıyla gezebilen tek asker Türk askeridir." Tabii, diğerlerin de, diğer bazı birliklerin de orada devriye gezerken Türk üniforması giydiğini söylediler. Sonra ben bunu oradaki komutanla, korgeneralle yaptığımız bir sohbet sırasında çok net bir biçimde sebebini anladım. Dedi ki: "Benim buraya gelir gelmez askere verdiğim ilk emir şuydu: Sokaktaki insanlarla konuşurken güneş gözlüğü takmayacaksınız." Güneş gözlüğünü takarak bir insanla konuşmanın, hele de elinizde silah varsa, karşıdakine karşı kibir, tahakküm anlamına geleceğini bir tek bizim kültürümüzden gelen bir insan bilir. Tabii, kadınlara davranış meselesi o kültür içerisinde ayrı bir meseledir. Yani şudur: Aynı zamanda gündelik hayatın nasıl örgütlendiğiyle ilgili bir meseledir. Bununla ilgili mesela Hegel geldi, "devlet" dedi, Marx geldi, "sivil toplum ve ekonomi" dedi, daha sonrasında Gramsci geldiğinde çok net bir şey söyledi "Gündelik hayatın örgütlenmesi nasıl olacak?" dedi. Gündelik hayatın örgütlenmesinden bahsederken de iktidarı önceleyen bir şeyden bahsetti "Eğer, herhangi bir şeklide siyasal iktidara gelmek istiyorsanız toplumda bir kültürel hegemonya kurmanız gerekir." Burada hegemonya kavramını tahakküm olarak anlamayınız, Gramsci'de özel bir şeyi vardır yani bir "Kabul oluşturmanız gerekir. Daha sonra da eğer iktidara geldiğinizde de kalmak istiyorsanız bu kabulü yaygınlaştırmanız gerekir." dedi. Dolayısıyla, kültür dediğimiz şey bizim birbirimize davranış biçimimizdir, iki küsü barıştırmamızdır, bir ibadethaneye girerken davranış şeklimizdir, anne-babamızla olan ilişkimizdir, hayatın her alanını kapsayan bir şeydir.

Şimdi, ideoloji daha çok siyasetle ve felsefeyle ilgili bir alan ama ben kültürün ideolojiyi de kuşatan bir alan olduğunu düşünüyorum. Orada da şöyle bir kavramsallaştırmam var: Eğer ideoloji dünya görüşüyse, kültür âlem görüşüdür. Yani, bütün bir alemle bütün bir varlık silsilesiyle nasıl ilişki kurduğunuzla ilgili bir meseledir. Bunun da esası şudur: Nihayetinde hayat size siyasal sorular sorar, siyasal cevaplar arasınız, felsefi sorular sorar, cevap ararsınız ve bir dünya görüşüne, bir ideolojiye kavuşursunuz. Ama bütün bir varoluşlar olarak kurduğunuz ilişki sizi bir alem görüşüne götürür ki bunun kodlanmış hâli, bunun bir yol haritası olarak önünüze çıkmış, tanımlanmış hâli bence kültürdür.

Şimdi, saygıdeğer milletvekilimiz önemli bir şey sordu "Bizim kültürümüzde çoğulculuk, çok kültürlülük nasıldır?" diye. Bugünlerde biliyorsunuz Kudüs'te Mescid-i Aksa'ya saldırı var. Bugün maalesef -onu da kınıyoruz- bir sinagoga saldırı oldu, 4 kişi hayatını kaybetti. Bununla ilgili en iyi örneklerden bir tanesi Yafa Kapısı'nda Osmanlıların astığı tabeladır. Yafa Kapısı'nı yaparken Osmanlılar buraya Kelime-i Tevhit'i yazdılar önce "La ilahe illallah" diye sonra "Muhammeden Resûlullah" yazmak istediler fakat bunu bizzat Osmanlı uleması engelledi. Dediler ki: "Buraya biz eğer 'Muhammeden Resûlullah' yazarsak bu sadece Müslümanları ilgilendirir. Hâlbuki burada Yahudiler var, Hristiyanlar var, onları dışlamamalıyız." Onun üzerine Yafa Kapısı'na Kelime-i Tevhit'ten sonra "İbrahim Halilullah" yazıldı yani "Muhammeden Resûlullah" yazılmadı yani hepsini kuşatan bir şey yazıldı. Biz bunu çeşitli yerlerde de görürüz. Örneğin bir kilise ile caminin yan yana olması, yanında havra olması. Örneğin, gidiniz siz, çoğulculuğun en çok konuşulduğu entelektüel düzeydeki Batı şehirlerinde böyle bir çoğulculuk yoktur, siz cami ile kilisenin, havranın yüzyıllar öncesine varan birlikteliğini göremezsiniz. Fakat, tarih boyunca İstanbul, Diyarbakır, Hatay, Anadolu'nun büyük şehirleri, diğer yerler de sayılabilir, Kudüs, yakın coğrafyamızda, Bağdat, Kahire bunlar her zaman çok kültürlü ve çok dinli merkezler oldular. Dolayısıyla, biz çoğulculuğun asli köklerine sahibiz ama bugün utanç verici olan şudur: Avrupa'nın Orta Çağ'da yaşadığı birbirini kimliği, mezhebi ve etnik grubu yüzünden öldürme en çok bizim coğrafyamızda meydana geliyor. Buradaki çelişki bizim siyasetçiler olarak da, bu bölgede yaşayan insanlar olarak da önümüzdeki en büyük çelişki olarak duruyor.

Şimdi, tabii, iktidarın tanımı şu, en basit lise düzeyindeki siyaset bilimi kitabını açtığınızda: "İktidar, iradesine karşı konulması hâlinde bile hükmünü yürüten güce iktidar denir." Bu, tabii demokratik iktidar olduğu zaman başka başka mekanizmalarla denetlenen bir iktidara dönüşür ve denetleme mekanizmaları üzerinden varlığını demokrasi tanımlar. Ama, iktidarın ne pahasına olursa olsun korunması gerektiğine dair Machiavelli'nin teorisinden iktidarın ne pahasına olursa olsun yıkılması gerektiğine dair anarşizmin babası Bakunin'in söylediklerine kadar geniş bir yelpaze vardır. Bunu da şunun için anlatıyorum: Kuşkusuz bu kadar geniş bir yelpaze içerisinde her iktidar biçiminin kültür ve sanatla kurduğu ilişki de farklılaşıyor kendi içerisinde ve bir geleneğe dönüşüyor. Fakat, biz kendi inancımız açısından en azından en basit argüman olarak şunu biliriz: Kuşkusuz, Allah isteseydi insanları tek bir ümmet yapardı, tek tip bir insanoğlu yaratırdı. Allah insanları tek tip yaratmamıştır ve insanlara kendisini inkâr etme özgürlüğü de vermiştir. Dolayısıyla, var oluşun esasında, ontolojinin esasında özgürlük vardır. İnsan üzerinde mutlak tasarrufu olan Allah kendisini inkâr etme özgürlüğünü yani o cüzi iradeyi insana verdiğine göre, hiçbir kimsenin elindeki yetkiyle insanlara tek tip, çoğulculuk karşıtı, çok dinlilik ve çok kültürlülük karşıtı bir hayata mahkûm etme hakkı bana göre olmaması gerekir.

Şimdi, arkadaşlarımız güzel şeyler söylediler, evet "Sanatçı ideolojiyi yansıtır, onun bir dünya görüşü vardır, bir felsefesi vardır." Tartıştığımız konu bu değil, tartıştığımız konu şu: Sanatçıların tek tek nasıl düşünmesi gerektiğine karar verecek olan biz değiliz, siyaset adamları değildir. Zaten dışarıdan bir karar mekanizması söz konusu olduğunda orada sanatçı olmaz, kültür adamı olmaz, entelektüel olmaz. Burada bahsettiğimiz şey devlet-sanat ilişkisinin temelini teşkil eden kurumların nasıl yönetileceğine, nasıl yapılandırılacağına dair bir meseledir. Yani, bir sanatçı sizin dediğiniz çerçevede yaratıcı bir yıkım peşinde de koşabilir, yaratıcı olmayan yıkım da üretebilir. Bunu yapanlar da var ama netice itibarıyla "Bu, kendisinin özgürlük alanıdır." diyebiliriz. Tabii, burada büyük sorular var, benim önüme zaman zaman zaman gelir ve benim burada kafam çok nettir; o da şudur: Bana bir özel tiyatro gelir, onun getirdiği oyunda bir nefret suçu varsa, cinsel şiddet içeren bir sahne varsa, Türkleri soykırımcı olarak gösteren, Kürtleri aşağılayan, Alevileri ötekileştiren ya da Ermenilerle ilgili hiçbir şekilde kabul etmeyeceğim bir ifade kullanılmışsa arkadaşlar, benim tavrım net, ben siyaset adamıyım, ben bu ülkenin vatandaşlarının vergisiyle oluşmuş kaynakları buraya harcamam. Dünyada hiçbir kültür bakanı da harcayamaz, sizin içinizde bir kültür bakanı olsa tek tek, siz de bu yetkiyi kullanamazsınız. Çünkü, bu sansürse o zaman sansür kavramını taa baştan gözden geçirmemiz gerekir. Ben bunlarla karşılaştım ve karşılaşıyorum. Önüme nefret suçu geliyor, cinsel şiddet geliyor. Soruyorum bu kişiye "Bu sahneyle ilgili senin kişisel görüşün nedir?" "Ben tasvip etmiyorum efendim ama mahalle baskısı var." Ermenilerle ilgili olumsuzlayıcı ifade geliyor, Kürtleri aşağılayan ifade geliyor, Türkleri soykırımcı olarak gösteren ifade geliyor. Dolayısıyla, bu şöyle bir karardır: Mesela, İngiltere kültür bakanlığı ya da başka ülkelerdeki kültür bakanlıklarının açıkça yazar kanununda "Aile kavramına karşıt bir politikaya destek veremez." diye, yazar. Şimdi, mesela, örnek, bizim Devlet Tiyatrolarının amaçları arasında şöyle bir şey var, diyor ki: "Temel değer yargılarının doğru anlaşılmasını sağlar." Şimdi, o zaman oturacağız "Temel değer yargıları nedir?" diye tartışacağız. Bence çok tartışmaya gerek yok. Toplumun genelinde kabul gören değer yargılarıdır, nihayetinde bu hizmet ona götürülmektedir, bizim sınırımız budur. Şimdi, şöyle bir şey söyleniyor: Sanatçının ideoloji sahibi olması başka şeydir, kurumlar ideoloji sahibi olamaz, kurumlar herhangi bir ideolojik davranış içerisinde örgütlenemez ve yönetilemez; mesele budur. Biz oradaki sanatçının kişiliğini tartışmıyoruz ki bana ne. Shakespeare'i iyi oynayan kişi sağcıymış, solcuymuş, İslamcıymış, muhafazakârmış beni ne ilgilendirir ama ona ödenek sağlayan kurum sağcı, solcu, İslamcı, muhafazakâr olamaz, o demokratik bir kurum olmak zorundadır. Bizim tartıştığımız şey şudur: Şunu kabul edelim, elimizdeki model eski bir modeldir. Bizim tartıştığımız şey bu kurumlarda, sanatçıların bu ülkeye yaptığı katkılar değildir. Hepsini selamlıyoruz ve başımızın üstünde taşıyoruz, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bu yapılmıştır ama bugün geldiğimiz dünya içerisinde 1995'te Sovyetler Birliği'nin bile terk ettiği sanatçı ile memuru, kişiliğinin yarı parçasını sanatçı, yarı parçasını memur hâline getiren sistemin verimliliğini ve gerçek bir yaratıcılık bakımından kalitesini özgür bir biçimde tartışmak durumundayız.

Arkadaşlar, bir şey söyleyeceğim, bunu hepinizin kültür sanat meselelerine hassasiyetinizin altını çizerek söylüyorum, özellikle Cumhuriyet Halk Partili arkadaşlarımdan bunu çok istirham ediyorum: Bakın, sürekli olarak Devlet Tiyatroları ve Operadan bahsediyor arkadaşlarımız. Ben isterim ki arkadaşlarımız sinemadan da bahsettin, ben isterim ki arkadaşlarımız bu konuyu gündeme getirdiği kadar diğer kurumlardan da getirsin. Ben size bunu ispatlayabilirim. Bakın, burada iki arkadaşımızın sorduğu soru, Devlet Tiyatrolarından ya da Opera Baleden emekli olmuş insanların daha iki ay evvel yayınladığı bildirinin aynısı burada okundu. Şimdi, burada hakikaten bu TÜSAK tasarısı okundu mu, okunup da mı bu sonuçlara varıldı; yoksa, bunu hiç okumadan, kapağını açmadan yorum üreten insanlarının yorumları mı burada tekrarlandı? Bu mesele üzerinde kafa yormak durumundayız. Nihayetinde bu kurumlar hepimizin kurumları, sadece iktidar partisinin kurumları değil. Ama, birileri şöyle düşünmemeliler... AK PARTİ'nin olmadığı gibi yani CHP'nin de değildir Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi. Oradaki bazı insanlar, geçmişte buraya emek vermiş insanlar kendilerini belli bir ideolojik cephenin muhafızı olarak görebilirler. Bakın, biz ağır kimlik tartışmaları ve travmaları yaşayan bir ülkeyiz. Hep baskının devletten geldiği düşünülür. Arkadaşlar, devletten gelen bir baskı yok. Size şunu soruyorum: Diyelim ki devlet karışmadı geçtiğimiz yirmi yılda, hangi özgürlük anlayışı çerçevesinde devlet tiyatrolarında yirmi yıl boyunca bir tane Necip Fazıl oyunu oynanmamıştır? Peki, ben gelip de -tabii ki Nazım Hikmet oynanacak, tabii ki Shakespeare oynanacak, tabii ki Brecht oynanacak- göreve geldiğim gün "Niçin Necip Fazıl oynanmıyor? Nazım da oynansın Necip Fazıl da oynansın." dediğimde bu dengeyi sağladığımda, bu çoğulculuğu sağladığımda ben devlet tiyatrolarına baskı mı yapmış oluyorum arkadaşlar. Tam tersine, ben çoğulculuğu sağlamış oluyorum. Benim prensibim şu: Kültürel hayatın vazgeçemeyeceği iki alan vardır: Birisi çoğulculuk, diğeri sivilleşme.

Bakın, burada bir sürü şey söylediniz, dediniz ki: "Özel tiyatrolara Gezici olduğu için destek vermiyorsunuz." Arkadaşlar, ben bilmem kim Gezici kim değil tiyatrolardan. Kastettiğiniz şey Geziyle ilgili oyun oynadığı mı, Gezi Parkı olaylarına destek verdiği mi, bu beni ilgilendiren bir mesele değil ama ben şundan yanayım... Bakın, biz niye bir tiyatroya destek veririz devlet olarak, şunun için veririz: Sahnesini oturtsun, ilk başta biz ona hayatını idame ettirecek bir kaynak yaratalım, bu kaynak çerçevesinde seyirciyle buluşmasını sağlayacak bir imkân verelim. Fakat, şunu sormak gerekir, burada sizin bana sormanız gereken soru tam tersi olmalıydı, oda şu: On yıldır aynı tiyatrolar destek alıyor. Peki, ben genç insanlara kaynak aktarmayacak mıyım? Ben on yıldır sahnesini oturtamamış birisine sırf ideolojik sebeplerle destek vermeye devam mı edeceğim? Niçin ona destek veriyorum da diğerine vermiyorum diye bir soru sorulduğunda bunun mantıki izahı ne olacaktır? Bunun sebebi şudur arkadaşlar: Bir tiyatroya destek verirsiniz, benim yaklaşımım o, üç sene geçer, dört sene geçer, sahnesini oturtuyorsa oturtur, zaten işine bakar, oturtamıyorsa da biz arkadan gelen yeni insanlara bu kaynağı aktarmak zorundayız. Bu yapıldığı zaman "On yıldır destek alıyorum, on bir yıl daha alacağım, yirmi yıl da alacağım." olmaz. Ben İstanbul'daki gençlere de, yeni tiyatrolara da, Hakkâri'dekine de, Trabzon'dakine de destek vermek durumundayım. Yani, sadece belli kişinin elinde değildir devletin vereceği destekler. Bu destekler halkın vergileriyle oluşan desteklerdir. Dolayısıyla, halkın tamamını yansıtan en çoğulcu biçimde bunlar harcanmalıdır. Bu harcanmadığı takdirde... Hani çok özgürlükçüydü, nasıl bir özgürlük anlayışıdır ki yirmi yıldır Necip Fazıl oynamıyor, nasıl bir özgürlük anlayışıdır ki sürekli olarak kaynaklar aynı tiyatrolara harcanıyor? Şunu koyalım önümüze net bir biçimde: Biz hep alışmışız, bu şey devletten geliyor demek işin kolay tarafıdır. Ama, asıl, eline en ufak düzeyde mikro iktidarı geçiren, o mikro alanda öyle bir baskı sistemi kuruyor ki diğerlerinin nefes almasına hiçbir şekilde izin vermiyor. Tabii ki sanatçının ideolojisi olacak, beni ne ilgilendirir ideolojisi ama kurumların ideolojisi olmaz. Ben kurumları yönetiyorum. Ben kurumları yönetirken de çoğulcu ve sivil bir mantıkla yönetirim. Bu kurumlarda da tek tipçiliğe ya da ideolojik dayatmaya müsaade etmem.

Bakınız, diğer alanlarla ilgili, mesela, bu şeyden bahsediyorsunuz, Fazıl Say meselesinden. Bakın, size çok açık ve net bir şekilde söylüyorum: O sanatçı konuşana kadar ben onun kaç oyunu oynanmış, bizde oyunu oynanıyor mu oynanmıyor mu bunlarla ilgilenen birisi değilim ben. Bunlara kurullar karar verir, kendi aralarında oynarlar. Ama, size şunu soracağım: Benden önceki iki senede hiç oynanmadığı hâlde, benim ilk dönemimde 3 kere oynanmış, 3 kere icra edilmiş eseri, bu sene de 1 kere icra edilecek ama benden önceki iki senede hiçbir şekilde eseri icra edilmediği hâlde hiçbir şekilde "Sansür uygulanıyor." diye bir konu gündeme gelmemiş. Bugün konuşan arkadaşlarımızın hiçbiri konuşmamış, üstelik o sanatçı da konuşmamış. Yani, eseri bizim kurumlarımızda iki sene üst üste hiç icra edilmemiş ama kimseden böyle bir ses çıkmamış. Bu sene de açıklama yapıyoruz, tarih veriyoruz, yer veriyoruz, tekzip yayınlıyoruz şurada oynanacak diye. E, buna rağmen "Yok, oynanmıyor." diye hâlâ iddia ediliyorsa, vallahi, kusura bakmayın, bu bir reklam kampanyasıdır, hiç kimse de reklam kampanyasına alet olmasın. Sayın Müsteşarımız açıkladı, mayısta şu sahnede, şu saatte oynanacak diye. Ama, bunu hem sanatçı iddia ederse, sanatçının arkasından siyasi arkadaşlarımız iddia ederse biz buna şaşırırız ve üzülürüz.

Şunu da kamuoyunun takdirine sunuyorum: Benden önceki senelerde iki sene üst üste hiç oynanmadığı hâlde bununla ilgili ne kendisi ne siyasiler ne de o sanatçı hiçbir şey gündeme getirmemiş. Şimdi oynandığı hâlde sansürden bahsediliyor. Buradaki manipülasyonu herkesin takdirine sunuyorum.

Şimdi, tabii ki kültür ile siyaseti ayrıştıramazsınız, kültür büyük siyasettir, kültür derin siyasettir. Biz bunu nasıl konumlandıracağız, bununla ilgili politikamız nedir? Yani, benim -sevgili arkadaşımız söyledi- devlet kültür hayatı ilişkisinde söylediğim sözlerde orada şöyle bir eksiklik var: Benim kastettiğim, sanatçının protest olmasına veyahut da anarşist olmasına karar verecek olan ben değilim, herkes kimliğine kendisi karar verir. Ama, mesele şudur: Eğer, siz devlet içerisinde devletin doğrudan sanat yaptığı bir politikayı savunursanız işte o Stalinist sanat olur. Devletin yapması gereken, bu devletçilikten de uzak durmaktır, tamamen destekten çekilip meseleyi piyasa koşullarına terk etmek gibi bir durumdan da uzak durmaktır. Yani, mesele devletçilik olmadığı gibi, mesele piyasacılık da değildir. Devlet burada daha kamucu bir yerde duracak. Kamucu bir yerde de durduğu zaman da şöyle yapacak: Devlet doğrudan sanat icra etmeyecek, devlet icra edilen toplumdaki o çoğulcu alana destek verecek. Aksi taktirde...

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Geçen yılki konuşmanız biraz farklı olmuştu, bu sefer düzelttiniz.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Geçen seferkinin de tutanaklarını getirttim, ayrıca da konuşuruz yani yanlış varsa da düzeltirim ama benim genel yaklaşımım, bakış açım budur. Bunu da her zeminde söylüyorum, başka yerlerde de bunu ben ifade ediyorum.

Şimdi, burada biz nasıl bir politika üreteceğiz? Politikanın bir tanesi şu: Bazı ülkeler var, hiç karışmıyor. Bırakıyor, sivil toplum alanı ne yaparsa yapsın. Bazıları da işte Hitler'in meşhur propaganda subayı Goebbels'in dediği gibi "Kültür deyince elim silahıma gidiyor." diyor, her şeyine karışıyor.

Şimdi, benim buradaki şeyim şu: Biz, maalesef, kimlikleri yasaklamış bir ülkeyiz, kendi vatandaşımıza geçmişte zulmetmiş bir ülkeyiz. İnsanların dillerini yasaklamışız, kilisesini yasaklamışız; işte, etnik eğilimlerini, mezhep eğilimlerini yasaklamışız. Şimdi bütün bunlar özgür bırakılıyor. Ben bütün bu kimliklerin hem korunması gerektiğini hem desteklenmesi gerektiğini ve Kültür Bakanlığının birinci vazifesinin de bu olduğunu düşünüyorum. Ama, bu sadece bu kimliklerin birer dukalık gibi birbirinden bağımsız olarak var olduğu bir toplum yapısı değil yani postmodern mikro kimlik milliyetçiliklerinin yan yana olduğu bir sistemden bahsetmiyoruz; tam tersine, bunun tam tepesinde büyük Türkiye çatısı altında Türkiye'nin demokratikleşmesine uygun bir kimlik politikası, bir kültür politikası...

Burada da yapmaya çalıştığımız şudur: Yani, arkadaşlarımız mezhep milliyetçiliği, asabiyesi kavramıyla şey yaptı, öyle bir şey yok. Türkçe eserlere de destek veriyoruz, Kürtçe eserlere de destek veriyoruz, Ermenice eserlere de destek veriyoruz. Problem burada şudur: Anadolu coğrafyasında var olan bütün eserlere destek vermek. Buradaki, hatta etrafımızdaki Mezopotamya şeyine kadar. Onu da şeye bağlayayım, bu etnik harita meselesi...

Arkadaşlar, bana rektörler geldiği zaman, ben rektörlere üniversitelerinin yaptığı çalışmalarla ilgili çok ayrıntılı soru sorarım. Hangi çalışmaları yürütüyorsunuz, neler yapıyorsunuz, elinizde ne var diye. Bana bir rektörümüz geldiği zaman bana "Biz bu etnik kimliklerin haritasının çıkartılmasıyla ilgili geniş bir çalışma yapıyoruz." dediğinde ben de kendisine şöyle söyledim: O çalışmayı tamamlarsanız lütfen bana sunum yapın, ben o sunumu görmek istiyorum çünkü bu -bir sürü müzik haritasından, başka şeyden bahsediliyor- Türkiye'nin kültürel kimlikler haritasını görmek istiyorum ben. Yani Türkiye'de kaç tane kimlik var? Mesela, bu son, IŞİD denen terör örgütünün Şengal'de yaptığı katliam olmasa Ezidilik kimliği bu kadar merkeze gelmeyecekti, çok az kimse bilecekti bunu ve Türkiye'de bu kadar haksızlığa uğramış çok az kesim bulunur, bu insanlar inançlarının tam tersi şeylerle niteleniyorlar, haklarında da çıkmış bir tane kitap var.

Şimdi, ben Kültür Bakanıyım, ne yaparım ben? Eğer o kitap da basılmamış olsaydı, o kitabı ben basardım. Yani, en azından bir tane kitap bu insanların doğru anlaşılması için olsun diye. Dolayısıyla, beni zaten herkes bilir, bunu defalarca ifade ettim, ben kimlik siyasetini sevmem, kimlik siyasetinin demokrasiyle de çok bağdaştığını düşünmem. Hele de etnik ve mezhep temelli kimlik siyasetinin demokratik kültür, ortak demokratik kamusal alan yaratma konusunda çok ciddi arızalar çıkaracağını düşünürüm. Öyle bir etnik merakım da yok fakat üniversiteler bunu yaptığı zaman üniversitelerden ben bunu kendi Bakanlığımın ilgi alanı içerisinde bir kimlik haritası çıkarmak için faydalanmak üzere kendilerine bana bir sunum yapmalarını söyledim.

Şimdi, bu TÜSAK meselesinde maalesef, bu şey açık Internet'e, isteyen alıp okuyabilir, değerlendirebilir ama burada TÜSAK bağlamında ifade edilen değerlendirmelerin çoğunun o yasa metniyle ilgisi olmadığını söyleyebilirim. Tabii ki kültür sadece kâr zarar meselesi değil ama bugün dünyada "kültür ekonomisi" diye bir kavram var, "kültür diplomasisi" diye bir kavram var ve "kültür endüstrisi" diye bir kavram var. Özellikle sinema bu kültür endüstrisinin merkezinde yer alıyor dolayısıyla kültür endüstrisi meselesi bir ülkenin kültürel varlığını, o ülkenin yaşayan insanlarının refahına dönüştürmek bakımından önemli.

Kültür ve turizm meselesiyle ilgili arkadaşlarımız bahsettiler, dünyada 26 ülkede kültür ve turizm aynı bakanlık bünyesindedir. Bu, meseleye nasıl yaklaştığınızla ilgili bir şeydir. Bizim kültürel varlığımızın arkadaşlarımızın çoğunun da bahsettiği şekilde korunabilmesi, daha iyi değerlendirilmesi için kuşkusuz maddi kaynağa ihtiyacımız var. Bir de dünyada kültür turizmi denilen bir şey var. Siz buna iki ayrı şeyi, kültürü turizmde eritmek ya da turizmi kültüre eritmek şeklinde yaklaşırsanız yanlış yaparsınız ama şöyle bir şey yapabilirsiniz: Kültürü müstakil olarak kendi dinamikleri içinde korumak, turizmi kendi dinamikleri içerisinde geliştirmek ama bu ikisinin birbiriyle ilişkilendiği yerde yani kültür turizmi alanıyla turizmin kültürel hayat için bir destek olarak kullanılması manasında entegre bir strateji üretebilirsiniz. Bu bakımdan ben Bakanlığımın bu meseleye yaklaşımıyla ilgili stratejisinin son derece entegre ve organik bir strateji olduğunu düşünüyorum. Yani kültürün turizme yedirilmesi ya da turizmin kültür içerisinde ezilmesi gibi bir şey söz konusu değil.

Şimdi, bu sansürle ilgili, Macbeth oyununun sansürlendiği vesaireyle ilgili arkadaşlarımız şeyler söylediler. Yani burada ayrıntılı söyleyebilirim size. Shakespeare'in oynanmadığı bir ülke... Yani Nietzsche der ki: "Bir ülkede kültür sanattan çok politika konuşuluyorsa o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir." Shakespeare'in oynanmadığı bir ülke yok ülkedir arkadaşlar, öyle bir ülkenin ne varlığından bahsedilir, ne isminden bahsedilir. Bu açık bir meseledir. Ve ben kişisel olarak da Shakespeare'i çok severim, bu Bakanlığın perspektifi içerisinde de çok merkezî rol alır Shakespeare. Şimdi, Macbeth isimli oyununun kaldırılması diye bir şey söz konusu değil. Kasım ayı taslak planında olan oyunun dekoru aynı sahnede Türkiye premieri yapacak bir başka Shakespeare oyununun genel provalarına teknik engel oluşturduğu için Macbeth adlı oyun olası seyirci mağduriyeti de öngörülmek suretiyle aralık ayı programında ek iki hafta olarak planlanmıştır. Nitekim, daha önce de bir başka oyun, oyuncu rahatsızlığı nedeniyle programdan çıkarılmak zorunda kalınan "Shakespeare Zorda" isimli oyunun yerine 11-15 Kasım tarihleri arasında da Macbeth isimli oyun sergilenmiştir. Yani maddi bilgi meselesi çok önemlidir. Kim demiş sahneden kaldırıldı, kim demiş oynanmıyor diye?

Şimdi, bu bilgiler, onu da açık söyleyeyim, bazen görüyorum ki Bakanlık içerisinden bazıları âdeta Bakanlığı zor duruma düşürmek için bazı arkadaşlarımıza servis yapıyorlar. Yani bunlar biraz burada da açık bir şekilde formüle edildiği gibi kültür sanat birikimiyle öne çıkmak yerine ideolojik birikimiyle öne çıkmak isteyen bazı kişiler olabiliyor ya da dışarıdan bazı kişiler olabiliyor. En ufak bir teknik düzenlemeyi hemen bir ideolojik düzenleme hâlinde sunmaya çalışıyorlar. Benim sizden istirhamım şudur: Yani hakikaten bunu bir test edin, hakikaten böyle midir? Bu oyunun çıkarılması diye bir şey söz konusu değilken bu kadar çok, bununla ilgili soru sorulması doğrusu beni çok şaşırtıyor. Nihayetinde de göreceğiz. Yani burada arkadaşlarımız tarihlerini de verirler, ne zaman oynanacağını da söylüyorlar zaten, hep beraber göreceğiz ve bu oyun oynanacak ki elimizde imkân olsa daha fazla oyun oynasak.

ÖNDER MATLI (Bursa) - Bilet gönderin Sayın Bakanım.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Tamam gönderelim; arkadaşlarımız not alıyor, bu Komisyona Shakespeare oyunu için, Macbeth için özellikle, bilet göndereceğiz.

Bakın, bunu daha önce de söyledim, Necip Fazıl'ın oyunu 1993-1994 sezonunda bir kere oynanmış, ondan sonra 2013-2014 tiyatro sezonuna kadar oynanmamış. Ben bunu çok yetkili birisine sordum, bunu niye yaptınız dedim. Yani bu kadar özgürlükten bahsediyorsunuz, bu kadar sanatsal yaratıcılığa dokunmamaktan bahsediyorsunuz, bu memlekette belli bir isim elde etmiş birisini niçin siz bu kadar sahnelerden uzak tuttunuz? Tam 20 ayrı cevap; birinde "Oyuncunun ayağı kırıldı." birinde "Yapmak istedik ama şu oldu." birinde bilmem ne falan. Arkadaşlar, bakın, bu, devletten kaynaklanmıyor, bu o kurumların içindeki yönetimlerin ideolojik taassubundan kaynaklanıyor. Bizim dengelememiz gereken şey de budur. Onun birkaç oyunu oynanmış ama aynı şey Tarık Buğra'nın başına gelmiş. Şimdi, ya, böyle bir şey olabilir mi? Şimdi bir şey gelse, nedir o? Bunu önümüze koyalım, birisi gelse, yirmi yıl boyunca bu ülkede Nazım Hikmet oynatmasa bin tane soru sorulur. Yirmi yıl boyunca Necip Fazıl oynanmıyor, hiç kimse demiyor ki: "Bu nasıl bir özgürlük anlayışıdır?" Hâlâ devlet sansürü yapmakla suçlanıyor. Nerede çoğulculuk, nerede sivillik? Ya bunun... Bu konuda biz hakikaten demokrat olmak zorundayız. Güzel bir şey vardı bir kitapta, "Güneş ışınları demokrattırlar." diyor, herkesin üstüne eşit düşerler. Demokrasi şudur: Sizin öncelikleriniz olabilir, önyargılarınız da olabilir ama demokrasi önyargıların rehabilitasyonu sürecidir. Bir yerde önyargımız varsa onu çoğulculukla dengeleyeceğiz. Burada gördüğünüz gibi bu şey... Yani kolaydır Bakana sansürcülük atfetmek, sonra kolaydır Bakanlığa sansürcülük atfetmek ama burada asimetrik yapının, asimetrik yapıların, asimetrik odaklaşmaların, oligarşik cemaatlerin, ideolojik grupların sansürü emin olun asıl başat rol oynamaktadır, asıl sıkıntımız onun giderilmesiyle ilgili bir sıkıntıdır.

Şimdi özel tiyatrolar konusunda, bakın arkadaşlar, on yıl boyunca destek verilmiş, on yıl boyunca bir diğerine destek verilmiş; birine 477 milyon, birine 537 milyon ama bakıyorum ben yıllar içerisinde hep aynı isimler. Peki başka insanların, genç insanların, yeni insanların bu kaynaklardan almaya hakkı yok mu? Bir de on yıldır sahnesini oturtamamış birisine biz destek vermek zorunda mıyız arkadaşlar? Sadece bize ideolojik yakınlığı var diye bu desteği diğerlerinden alıp buraya aktarmak zorunda mıyız? Hayır, burada demokrat davranacağız. Ben arkadaşlara da söylüyorum, bakın, üç yıl destek verin, ayağa kalkabiliyorsa kalkar, kalkamıyorsa yeni gelen insanlara şey yapın. Çünkü biz arkadan gelenlerin...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Bakanım, süre tamamlandı ama...

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Başkanım, daha önsöze geldik.

BAŞKAN - Önsöz bu kadarsa sabah bizim bir başka şeyimiz...

On dakika içerisinde şey yapabilirseniz çok teşekkür edeceğiz.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Bakın, sanat kurumlarına dönük ilgisizliğimizden bahsediyorsunuz. Eğer niyetimiz kapatmak olsaydı veya bazı arkadaşların dediği gibi, piyasacı bir kâr-zarar ikileminde baksaydık biz buna on iki yılda 5,2 milyar lira bütçe ayırmazdık ve her sene radikal bir biçimde bütçe artmaktadır. Yeni sahnelerin üretilmesinden, yeni yerlerde tiyatro yapılmasına kadar bir sürü çaba içerisindeyiz. Şunu görelim: Yani, buradaki mesele, devletin sadece ekonomik kaynak aktarması değildir. Bizim kültür, sanat hayatımızın bu ülkenin ana rengini oluşturan etkinliklerin merkezi hâline gelmesidir. Bu da elimizdeki modelle olmaz. Benim yaptığım bir şeydir, bir model tartışmasıdır. Siz bu model tartışmasını, bir rejim tartışmasına dönüştürüp de "Cumhuriyetin kazanımları yok ediliyor." dediğiniz de ben de şu soruyu sorarım: Özel tiyatrolar da cumhuriyetin kazanımlarıdır arkadaşlar. Devletten hiç destek almayan sanatçılar da cumhuriyetin kazanımlarıdır. Onlar da bu cumhuriyet sayesinde ortaya çıktı. Bir de sevgili arkadaşımız, kardeşimiz çok güzel bir sunum yaptı burada, hakikaten büyük bir çoğunluğuna da katılıyorum, çok da keyif aldım ama şu soruyu sorduğunuz zaman, Cumhuriyetin politikasına karşı İslami muhafazakâr sanat politikası oluşturmak mıdır? Arkadaşlar birisi bana anlatsın cumhuriyetin politikası çok mu özgürlükçüydü? Oturalım bir gün bunu tartışalım. Yani ben size şunu söyleyeyim: Bugün yaşadığımız, yani açın Şerif Mardin'in kitaplarını okuyun, merkez çevre çatışması niye çıkmıştır, Kürt sorunu niye çıkmıştır, dindarların, Alevilerin ötekileştirilmesi niye çıkmıştır? Bu politikalar çerçevesinde çıkmıştır. Ha, birisi sadece bu politikanın aynısını alır da sadece rengini değiştirirse yani İslamcı bir Kemalist bir politika üretirse, solcu bir Kemalist politika üretirse, yine tek tipçi politikalar üretirse o da yanlış yapar. Burada önemli olan çoğulculuktur. Cumhuriyet her devrimci devletin kuruluşunda olduğu gibi çoğulculuğu sağlamakta çok gecikti, çoğulculuk konusunda son derece yetersiz kaldı. Buna siz kendi bağlamı içerisinde buna mazeretler bulabilirsiniz ama biz 2014'de baktığımızda bu tek tipçiliği hiçbir şekilde kabul etmek durumunda değiliz.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Bugünden geriye bakılır mı Sayın Bakanım?

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Ama söylüyorum.

BAŞKAN - Bugün için diyor zaten, ben onu anlıyorum.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Şu anda anakronizm...

BAŞKAN - Bugün için diyor ama.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Ben de işte söylüyorum, diyorum ki: Siz bugün de aynı kalıbı alıp içine değişik bir ideoloji döktüğünüzde sadece birini götürüp diğerini getirmiş olursunuz ama yöntemi değiştirmezsiniz siz. Şimdi burada sorulması gereken soru da şu...

ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Kalıbı mı değiştirmesi lazım, yöntemi mi değiştirmesi lazım?

BAŞKAN - Kalıp, yöntem.

MÜSLİM SARI (İstanbul) - Bu konuları ne zaman konuşacağız Sayın Bakan? Konuşalım.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - İşte çağıracağız. Vallahi konuyu siz açtınız.

BAŞKAN - Sayın Bakanım...

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Tabii ki bugünden geriyi, bugünden bakıp da geriyi yargılamayacağız ama ayağımızı ve ruhumuzu geriye kilitleyip de bugünü geriye uydurmaya da çalışmayacağız. Yani tersinden anakronizm de yapmayacağız.

MÜSLİM SARI (İstanbul) - Tartışalım kamuoyu önünde Sayın Başkan.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Şimdi, bakın arkadaşlar, arkadaşımız burada açıklama yaptı, çıktı, "tape" okudu, o "tape"de söylediklerimin sonuna kadar arkasındayım ve onun son iki paragrafı çıkmamış ama bu hâli de yeterlidir. Benim orada söylediğim şudur, insan önce ne okuduğuna bakacak:

1)

Bahsedilen yerin benim Bakanlığımla ilgisi yok.

2)

Bahsettiği yerde de açıkça şunu söylemişim: "Bu dediğiniz olmaz." demişim. Olmaz dedikten sonra da benim dışarıdaki insanların bile, yani benim partime muhalif siyasetçilerin bile "Bakan Ömer Çelik doğru yaptı." dediği "tape"yi bana burada sanki karşı delil gibi okuyorlar. Ben orada "Bu talep olmaz." demişim ve olmamasının neticesinde de oradan o duvarlar kaldırılmamış ve o arsa şu anda benim Bakanlığıma devredilmiş. Mesele bu kadar açık. Dolayısıyla, bir iddiada bulunduğumuz zaman onun arkasını göreceğiz. Bakanlıkla ilgili olmayan... Yani Tabiat Varlıkları Kurulu bize bağlı değil. Bu, Çevre ve Şehircilik Bakanlığına bağlı. Onları ilgilendiren bir konu.

ALİ HAYDAR ÖNER (Isparta) - Kültür kurumu size bağlı Sayın Bakan, ikiye bölündü efendim.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Evet ama sizin söylediğiniz yerin benim dediğimle ilgisi yok.

ALİ HAYDAR ÖNER (Isparta) - 648 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'yle bir bölümü size bağlı, bir bölümü size bağlı değil.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Şimdi, bakın, daha iyi anlayasınız diye soru sorayım. Bakın, soru başka şey, iddia başka şey: Şimdi size dense ki, "Şöyle bir şey yaptınız valiyken, bunu hangi korkunun karşılığında ya da hangi menfaatin karşılığında yaptınız?" diye sorulursa bu soru olmaz, iddia olur ve bu saygısızlık olur.

ALİ HAYDAR ÖNER (Isparta) - Açık cevap verin efendim.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Dolayısıyla, sorduğunuz bir soru söz konusu olduğunda ona cevap verilir ama iddiaysa aynı iddiayla siz de muhatap olursunuz.

ALİ HAYDAR ÖNER (Isparta) - Atatürk Orman Çiftliği kültürel peyzaj alanı olarak...

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Onların hepsiyle muhatap olursunuz.

Şimdi, bu atanamayan öğretmen, sanat tarihçisi vesaire. Yani şöyle bir şey var tabii: Ben kendi Bakanlığım açısından ihtiyaç duyduğum sanat tarihçisi ya da arkeolog şeyini talep ederim ama bununla ilgili kadro çıkarsa ben bu kadroyla ilgili değerlendiririm. Ama bütün bunlar, nihayetinde, devletin toplam bakış açısı içerisinde konumlandırılacak bir şey. Ama şunu da bilmemiz lazım: İster sistem tartışması yapalım, ister başka bir şey yapalım, "Her mezun olan mezun olduğu okulla ilgili devlette istihdam edilecek." diye bir kural yok. Böyle bir şey mümkün de değil. Dünyanın hiçbir yerinde mümkün değil, burada da mümkün değil. Mesela yukarıdan aşağıya bakın...

MÜSLİM SARI (İstanbul) - Eğitim planlama mı?

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Eğitimi planlasanız bile, dünyanın hiçbir yerinde "Bir okuldan mezun olan, mezun olduğu dal bakımından devletten otomatik olarak kadro alır." diye bir şey yok, böyle bir şey söz konusu değil. Şimdi deniyor ki...

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - İhtiyacınız mı yok? Biz onu merak ediyoruz.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Hayır, ben ihtiyacımla ilgili başvuruyorum, yani ihtiyacımın olduğu kısımlarda başvuruyorum ama iş şuna dönüyor: Sanki ben bütün bunlara kadro yaratmam gerekiyor ya da diğer bakanlıkların kadro yaratması gerekiyormuş gibi. Böyle bir şey değil. Zaten ihtiyaçla ilgili de şey var, yani notlarımın sonunda var, ne kadar başvurmuşum, ne kadar istemişim, ne kadarına tekrar başvuracağım, bunlar var.

Burada şeyler soruldu. Mesela KPSS. Biz, bununla ilgili, Devlet Personel Başkanlığı ve Maliye Bakanlığından KPSS puan sırasına göre, arkeolog, sanat tarihçisi ve Hititoloji unvanlarında personel alımına gidilmesi için istemişiz. Söz konusu talebimizin yıl içerisinde sonuçlanmaması hâlinde 2015 yılında da teklifimizi yenileyeceğiz. Yani bizim bunu sanki talep edebiliriz de etmiyoruz ya da alabiliriz de almıyoruz gibi bir şeye sokulması doğru bir şey değil nihayetinde. Ama dediğim gibi, bunun hepsinin, her bitirenin devlette istihdam edileceği gibi bir şey yok.

Şimdi Sayın Zozani'nin açtığı tartışma da aslında çok verimli bir tartışmaydı. Bu kitap üretimi ve kitap okuma meselesiyle ilgili bir şey. Dünyanın her yerinde böyledir. 2'nci Dünya Savaşı çıktığında İngiliz Kralı'nın verdiği ilk emir donanmaya değil, kara kuvvetlerine değil, ilk verdiği emir şudur: "Millî kütüphaneyi koruma altına alın." Çünkü siz donanmada gemi kaybedersiniz yerine koyarsınız, asker kaybedersiniz koyarsınız ama millî kütüphaneyi kaybettiğiniz zaman yerine koyamazsınız. Devletin ve milletin sürekliliği oradadır. Bu kitap okuma meselesi. Giderek geriye gidiyoruz, Türkçe'yi kullanma açısından bir facia durumundayız, en temel şeylerde gramer hatası var ve bu kitap okuma meselesinde geriye gitmemizin sadece entelektüel bir gerilik olduğunu düşünmeyelim, hayatın bütün alanlarında bir idrak gerilemesine yol açar bu.

Şimdi sorular sordunuz, bunların vereceğim cevaplarını ama istatistik bunlar.

BAŞKAN - Daha sonra yazılı olarak verebilirsiniz.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Peki.

BAŞKAN - Yeri gelmişken, Türkçe'nin korunması konusunu...

MÜSLİM SARI (İstanbul) - Binalar Sayın Bakanım, binalarla ilgili...

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Onunla ilgili şu var: Bizim zaten hiçbir tapulu binamız yok, yani bizim üstümüzde binamız yok, hepsi bize tahsisli.

MÜSLİM SARI (İstanbul) - Ama niye öyle?

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Çünkü hazineye aittir. Hiçbir bakanlık için söz konusu değil bu. Bütün bakanlıklar bir kanun gereği zaten hazine ya da maliyeden tahsisli olarak bunu kullanırlar. Hepsi öyledir. Sayın Maliye Bakanımız burada. Sümer Bey biliyorsunuz eski Maliye Bakanımızdır. Hepsi hazineden ve maliyeden tahsislidir, kendi mülkiyetimiz yoktur.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Kendi malları da olanlar vardır ama tahsis yöntemi vardır.

BAŞKAN - Yeri gelmişken o Türkçe...

ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Komisyon Başkanı Türkçe kullanımıyla ilgili bir eleştiri yaptı ama sizin kitapçıkta da kültür reklâmlarınız İngilizce.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Şunun için: Biz yabancı turistlere reklâm yapıyoruz çünkü Adil Bey. Yabancı turist getirmek için mecburen İngilizce kullanıyoruz.

ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Türkçe'sini de okumak istiyorum.

BAŞKAN - Sayın Bakanım, ben onu kastetmedim. Türkçe'nin içinde İngilizce... Başlamak yerine "start up", bilmem ne, filan, bunları kastettim ben. Yoksa İngilizce'yi İngilizce olarak kullanırsınız.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Bu söylediğiniz çok güzeldi, çok yerinde bir şeydi.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Yüzde 100 doğrudur.

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Kitap basımı konusunda...

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Risale-i Nur konusunu söylüyorsunuz. Bakın, oradan bir örnek vereyim size. Bize bir başvuru geldi, başvuru şu, şikâyet: "Risale-i Nur basanların hiçbirinin basma yetkisi yoktur çünkü hiçbiri yasal vâris değildir." diyor. Biz bir araştırdık ki hakikaten biz Bakanlık olarak bandrol vermekle suç işliyoruz çünkü müellifin ölümünden henüz yetmiş yıl geçmediği için müellifin vârislerinin hakkı var bu kitap üzerinde. Eğer yetmiş yıl geçseydi isteyen istediği gibi basabilirdi ama yetmiş yıl geçmediği için bizim bandrol verme hakkımız yok, yasal mirasçılardan vekâletname getirilmediği müddetçe.

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Ama genel bir kanun çıkardınız siz.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Anlatacağım. Konuya özel kanun çıkmaz, kanun genel çıkar. Benzer bir durumda, mesela şöyle düşününüz...

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Siz olayı genel yaptınız.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Anlatacağım, onu da anlatacağım, yasaklama mı yaptık, başka bir şey mi yaptık.

BAŞKAN - Devletleştirme.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Sonra şu: Bunu veremeyeceğimize göre, bu basılsın diye de toplumun önemli bir kesiminden önemli bir talep var. Bir de, tabii, müellif bütün hayatı boyunca her gördüğüne bu kitapların tahrif olmamasıyla ilgili vasiyette ve tembihte bulunmuş. Bir de bunu tahrif edenler var. Netice itibarıyla yapacağımız iki şey var: Bandrol vermeyeceğiz ve eserler basılmayacak. Gidecek yayınevleri yasal vârislerden vekâletname alacak. Yasal vârislerden bir tanesi, galiba kardeşinin kızı, Saadet Hanımefendi "Ben hiç kimseye vekâletname vermiyorum, kim ne yapıyorsa yapsın." demiş. Bu durumda bu yol da kapandığı için eserlerin basılabilmesinin tek yolu, bunun devlet eliyle basılmasına imkân sağlamak. Aksi takdirde eser ebediyen basılamayacak. Tabii, böyle bir eser, toplumda önemli karşılığı olan, sivil toplum örgütleri, sivil yapılanmaların bu kadar önemsediği bir eserin basılamaması durumunda da bu ciddi bir travma çıkaracak. Peki, aldık, biz mi basacağız? Hayır, biz basmayacağız. Biz bunu Diyanet İşleri Başkanlığına devredeceğiz, o da sadece tahrifatla ilgili kısmını korumakla görevli bir vakfa ya da başka bir yere devredecek. Şimdi şöyle düşünelim, yasak mıdır: Bir eser var ortada, kültür açısından, bizim kültür tarihimiz ya da işte, siyaset tarihimiz açısından önemli ve müellif vefat etmiş ve ölümünün üzerinden yetmiş yıl geçmemiş. Mirasçıları bulunamıyor ya da var mirasçıları, mirasçılar vekâletname vermiyor. Bu eseri basmayacak mıyız? Biz bu tip eserlerin basılmasına yol açan bir yöntem geliştirdik. Ha, yasal varisler gelir de "Hayır, ben bundan normal telif hakkımı almak istiyorum." derse onu da kanuna dercettik. Makul bir şekilde o telifini alacak ya da hiçbir yasal vârisi olmayan bir kitabı biz tuttuk, bastık, üstünden yetmiş yıl geçmemiş ama, o yetmiş yıl içerisinde yasal vârisleri çıktı, geldi, dedi ki: "Benim kitap üzerinde hakkım var." Ona bu şey ödenecek. Ama önemli olan burada kitabın basılmasını sağlamak. Aksi takdirde kitap basılamıyor. Dolayısıyla biz devletleştirme ya da yasaklama değil, kitabın basılmasına yönelik o özgürlük kapısını açmış olduk. Yoksa kitap basılamayacak.

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Yasaklama kapısını açmış oldunuz Sayın Bakan. Yani buradan hareket ederek çok kötü sonuçlara da ulaşılabilir.

BAŞKAN - Ama basılmasını temin etmek...

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Peki bir şey soracağım Sayın Milletvekili, mesela şöyle düşünün: Biz bu kanunu çıkarmasaydık bu eser ebediyen basılamayacaktı, böyle kalacaktı, biz bandrol veremeyecektik.

BAŞKAN - Kaçak basılacaktı.

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Sonuçta birkaç vârisin bu şeyi...

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - İddia değil, kanun bu, kanun.

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Bunu Bakanlık temin edemez miydi?

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Neyi?

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Sonuçta, o vârislerin haklarını da almalarıdır.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Hayır ama vekaletname vermiyor. Bu kanun olmasa vekaletname vermediği zaman kimse basamaz. Bakın Telif Kanunu açıktır. İsterseniz arkadaşlarımız size ayrıntılı bir rapor göndersinler.

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Dünyada böyle bir uygulama yok ama Sayın Bakan. Rıza Bey burada, Anayasa'ya da, genel hak ve özgürlüklere de aykırı bir şekilde çıktı.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Hayır, şöyle bir şey söyleseniz doğru olur: Siz bir kanun çıkardınız ve şu eserlerin basılmasını yasakladınız. Tam tersine biz orada...

BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Yasaklayabilirsiniz.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - ...hayır, yayın zorunluluğu getirmişiz. Kanunda var, diyor ki: Kimse basmazsa devlet basacak. Yani eserin hayatiyetini korumasıyla ilgili kanuna zorunluluk dercetmişiz biz. O eser eninde sonunda ya devredilerek basılacak, eğer kimse devralmıyorsa bunun üzerine bunu devlet basacak, burada bir yasaklama yok. Kanuna tam açıp baktığımızda böyle bir şey söz konusu değil. Aksi takdirde bandrol verilemiyor ve eser basılamayacaktı.

Bu tablolar meselesi... Şimdi, bu, 1993'ten itibaren neredeyse bilinen bir hikâyeymiş. Çeşitli sebeplerle de soruşturma açılmış. 302 tane eser, bunların 106'sı tablo, diğerleri heykel veya başka eserler. Fakat her nedense her seferinde soruşturma ilerletilememiş. Ben Bakanlık görevine geldiğimde arkadaşlarımız böyle bir dosyanın olduğunu bana söylediler. Dosyanın içeriğinde de şu var: Bazıları çalınmış, bazıları envanterde olmadığı için izi bile kaybettirilmiş, bazılarının resimleri olmadığı için yok edilmiş, bazıları da dışarıdan örgütlü bir şekilde suç mekanizması tarafından ressam getirilerek sahteleri yapılıp, çalınıp yerine sahteleri asılmış. Bu, yıllar içerisinde yapılmış. Tabii, değeri çok yüksek, 250 milyon dolardan bahsediliyor, bazılarına paha biçilemediğinden bahsediliyor. Şimdi, ben bunu biraz el altından yokladım veya bu iş niye şey olmuyor diye; bazıları, bu piyasayı bilen birileriyle oturup konuştuğumda da bu işin çok güçlü yerlere ulaşabileceğini, işte 90'lı yıllardan beri o sebeple, çok güçlü, kudretli yerlere ulaşacağı için bu soruşturmanın bir türlü ilerleyemediğini söyledi. Ben teftişteki arkadaşlarımı çağırdım, teftişteki arkadaşlarımı sizin huzurunuzda da kutluyorum. Onlara bunun bütün bir fotoğrafının benim önüme getirilmesini istedim. Onlar bir, bir buçuk yıl boyunca müzayedeleri gezdiler, uzmanlarla konuştular, katalogları incelediler ve sonuçta önümüze bir dosya getirdiler. Evet biz bir şekilde bu dosyayı adliyeye intikal ettirirsek bu eserlere ulaşabileceğiz. Çünkü bir kısmı zaten piyasada birbirini biliyor. Bir kısmı on yıl içerisinde çok el değiştirmiş ama onlara kimlik üretilmiş ve netice itibarıyla dosya bana geldikten sonra ben derhâl bunun savcılığa sevk edilmesini istedim. Daha sonra konuyu bunun öncesinde Sayın Cumhurbaşkanımız Başbakanken kendisine arz ettim, o da bana "Sonuna kadar gidin bunun üstüne." dedi. Sonra içişleri bakanlarımız ve adalet bakanlarımız her dönemde destek oldular. Şu ana kadar 60 eseri bulduk. Tabii, burada bizim personelimizden tutuklananlar var, başka tutuklananlar var. Okuduğunuz gizli tanıklar sağ olsunlar çok büyük fayda sağladılar. Bir kısmı Türkiye'de önemli koleksiyonerlerin koleksiyonundan çıktı. Tabii, burada şunu ayırt etmek gerekir. Bunlar illa...

VAHAP SEÇER (Mersin) - Pardon, burada benim bir sorum vardı. Sizden önceki Sayın Bakan niye yönlendiriyor da kendisi müdahil olmuyor demiştim yani niçin yapıyor demiştim.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Onu bilemiyorum tabii de önce soruşturma açılmış, sonra değer tespiti için tekrar soruşturma durdurulmuş yani bütün tabloların değer tespiti gibi bir gerekçeyle.

Şimdi, burada ulaştığımız bazı önemli koleksiyonerlerin evinde de çıktı fakat onlar iyi niyetli alıcı olabilirler, onları baştan suçlamamak gerekir, isimleri de medyada çıkıyor. Çünkü bunların bir kısmı 10 tane el değiştirmiş, biri başka şekilde şey olmuş ve netice itibarıyla iyi niyetli alıcı olduğu zaman da onara teşekkür edeceğiz. Şimdi, 12 tane daha eserin hemen hemen ipucunu yakalamış durumdayız.

Diğer konu da, bir arkadaşımız sordu, "Peki diğerlerinden şüphelenmiyor musunuz?" dediler. Ben bu bakımdan envanterin tamamının çıkarılması, sizin de sorunuzun içeriğinde ve şüphelenilen eser varsa da bunların Atom Enerjisi Kurumuna gönderip orijinal olup olmadığının test edilmesi için de talimat verdim. Bundan sonra da şunu yapacağız, bir: Güvenlik önlemlerini artıracağız. İki: Her bir tabloyu birer çiple takip edeceğiz. Yani tablo duvarda yerinden oynadığı andan itibaren biz onu göreceğiz. Bir de geçmişte yapılmamış şöyle bir şey var: Bu tabloların resimleri yayınlanmamış İnternet'te. Yayınlansa belki bazıları getirecek, bazılarının kaçırılması engellenecek. O çerçevede bir sonuca varacağız.

Şimdi, illere gelmiştim Gaziantep, Manisa, vesaire ama burada bitiriyoruz. Onlara...

BAŞKAN - Yazılı olarak daha sonra verirsiniz.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Bu, otobüs vesaire soruldu, onu bir son söyleyeyim: Bu makam binek arabalarının hepsi bizdeki ekonomik ömrünü dolduran, yani ekonomik ömrü doldurulmuş arabaların değiştirilmesi... Niye 10 tane otobüs istedik? Hepsini gezici kütüphane yapacağız. Çünkü bahsettim size de, benim öğrenciliğimden beri vardı. Bunu büyükşehirlerde çok rantabl görmeyebiliriz ama ilçelere gidiyorlar, kütüphane olmayan yerlere gidiyorlar. Oradaki çocuklara kütüphane havasını teneffüs ettiriyorlar. Bu 10 otobüs de gezici kütüphane olacak.

Sayın Başkan, Komisyonumuza çok teşekkür ediyorum, çok sevgiler, saygılar sunuyorum.

Sağ olun.